3 Mart 2007 Cumartesi

KÜBA DEVRİMİ VE VATAN SAVUNMASI


DENİZ YALÇIN


“Özgürlüğümüze ulaşmak için, 19. yüzyılda yaklaşık 30 yıl boyunca İspanya'ya karşı mücadele verdik. Amerika Birleşik Devletleri'nin askeri işgaliyle hayallerimiz yıkılınca, 50 yıl sonra bir şekilde mücadelemiz yeniden başladı, halkımıza bağımsızlık ve şeref kazandıran Devrim zafer kazandı. Bu yol boyunca, Machado ve Batista gibi kanlı diktatörler görüldü. Yarım yüzyıldır, tarihte bilinen en güçlü imparatorluğun saldırılarına yenik düşmedik ve Amerikan kıyısına sadece 90 mil ötede, tamamen hümanist bir devrimle, ulusal bağımsızlığımızı ve şerefimizi savunarak, hiç aksamadan, dimdik ayakta duruyoruz.”
Ernesto Gomez Abascal- Küba Büyükelçisi
[1]


Giriş

20. yüzyılın bütün devrimleri gibi Küba Devrimi de, 19. yüzyılın ulusal bağımsızlık savaşçılarından, demokratik devrim önderlerinden devralınan bayrağın emperyalizme karşı “vatan savunması” temelinde yükseltilmesiyle zafere ulaştı.
Küba Devrimi, 10 Mart 1952’de yönetime el koyan Batista cuntasına karşı yükseltilen savaşın içinde gelişti. Kendisini dayandırdığı önder ise, 19. yüzyılın uzun bağımsızlık savaşının önderi Jose Marti’ydi. Öyle ki Fidel Castro, 26 Temmuz 1953’te bir grup yurtsever devrimci ile gerçekleştirdikleri Moncada Kışlası baskınının ardından tutuklanmış, mahkemede devrimin programı olarak da bilinen “Tarih Beni Haklı Çıkaracaktır” başlıklı ünlü konuşmasını yapmış ve köklerini Jose Marti’ye dayandırmıştı. Ernesto Gomez Abascal’ın ifadesiyle, “Fidel, Marti’nin bir devamıydı ve onun 1895’te hayata gözlerini erken kapaması nedeniyle yapamadıklarını, Fidel tamamlamıştı.”[2]
30 yıllık mücadelenin sonunda İspanyol sömürgeliğinden kurtulan, ancak 1898’de ABD’nin yarı sömürgesi haline gelen Küba’da devrim gerçekliğini belirleyen unsur, vatan ve “toprak” mücadelesi olmuştur. Köylü sorununun bu konudaki merkeziliği dikkate değerdir. Bu makalenin ilerleyen kısımlarında vatan savunması ile topraksız köylülerin “toprak” savaşımı arasındaki bağlantının derecesi ve devrimci güçlerin bu bağlantıyı harekete geçirmedeki başarısı vurgulanacaktır.
Yöntem açısından bir ayrıma gitmekte ve Ernesto Che Guevara’nın önerisini dikkate almakta yarar var: “Gerçekte Küba Devrimi’nin kesinlikle farklı iki aşamasını birbirinden ayırdetmek gerekir: 1 Ocak 1959’a kadar süren silahlı eylem ve o tarihten sonraki politik, ekonomik ve toplumsal dönüşümler.”[3]
Birinci dönem, Batista’nın 10 Mart 1952’de gerçekleştirdiği darbe ile başlar, Ocak 1959’da Batista diktatörlüğünün devrilmesi ve Fidel Castro’nun önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi’nin iktidara uzanması ile tamamlanır. İkinci dönem, içerideki emperyalizm işbirlikçisi kesimlerin siyasal alandan ve devlet aygıtından tasfiyesi ve devrimci programın uygulanması sonrasında, Devrim’in ABD emperyalizminin çıplak tehditleriyle ve askeri saldırganlığıyla çarpışması sürecine şaret eder. ABD’nin 1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması ve 1962 Füze Krizi, bu süreçte Küba Devrimi ile emperyalizm arasındaki çelişkilerin keskinliğini göstermesi bakımından iki önemli duraktır.
Özetle, Küba’nın Ocak 1959’a kadar ABD emperyalizmi ile karşılaşması Batista diktatörlüğünün emperyalist bağlaşıkları ile birlikte Küba’ya dayattığı baskıcı politikalar nezdinde gerçekleşmiştir. Devrim, bu süreçte Batista nezdinde ABD emperyalizmi ile savaşmıştır. İkinci dönem, Batista’nın ve müttefik güçlerinin tasfiyesi sonrasında ABD emperyalizmi ile mücadelenin toplumsal devrimler yoluyla ilerletildiği dönem olarak belirir.

Birinci Dönem: 1952-1959
Bu dönem, gerek ABD emperyalizminin ekonomik açıdan ülkeyi yarı sömürge konumuna sürüklemesi ve kırsal kesimde proleterleşmeyi pekiştirmesi gerekse ülkeyi ekonomik olarak tamamen ABD tekellerine bağımlı kılan Batista’nın bu politikaları baskı aygıtları eşliğinde Küba halkına dayatmasının doğurduğu güçlü “devrimci durum”un belirginleşmesi olguları ile görünürleşir. Süreç 10 Mart 1952’de Batista’nın askeri darbe sonucu yönetime el koyması ile başlamıştır. Batista diktatörlüğüne karşı mücadelede ilk önemli eylemse 1953’te gerçekleştirilmiştir. 1953 yılının 26 Temmuz’unda Fidel Castro’nun öncülüğünde bir grup devrimcinin Moncada Kışlası’na baskın gerçekleştirmesinin ardından isyan bastırılmış, devrimcilerin birçoğu işkenceden geçirilmiş, Castro tutuklanmıştır. 1955 yılında genel afla salıverilen Castro Meksika’ya geçmiş; burada güç toplayan devrimciler, 1956 yılında Granma adlı bir tekneyle Küba’ya, Batista’yı devirmek amacıyla geri dönmüşlerdir. Batista’nın üzerlerine sürdüğü askerlerin yoğun saldırısıyla dağılan devrimci güçler, Sierra Maestra eteklerine çekilmiş ve burada gerilla mücadelesini başlatmışlardır. Önce yoksul köylülük gerilla mücadelesine kazanılmış, ardından Batista rejiminin giderek zayıflatılması ile işçi sınıfı ve öğrenci hareketi de 26 Temmuz Hareketi ile birleşme yolunu seçmiştir. Genel grevlerle yıpratılan Batista rejimi, 1958 yılının son günlerinde devrilmiş, Batista ABD’ye kaçmış ve devrim güçleri Ocak 1959’da iktidarı ele geçirmişlerdir.[4]

İkinci Dönem: 1959-1962
Devrim güçlerinin iktidarı ele geçirmesinin ardından 26 Temmuz Hareketi’nin programı uygulamaya geçirilmiş, geniş çaplı bir toprak reformu başlatılmış, eğitim ve sağlık seferberliği ilan edilmiş, ülkenin dışa bağımlılığının ortadan kaldırılması için Amerikan tekellerinin ayrıcalıkları kaldırılmış ve sanayide millileştirmeler başlatılmıştır.[5] Öte yandan devrimci iktidar 1961’de devrimin yönünün sosyalizm olduğunu ilan etmiş ve 26 Temmuz Hareketi’ni, Sosyalist Halk Partisi’ni (Komünist Parti) ve Devrimci Direktuvar’ı (Öğrenci Hareketi’nin örgütü) birleştirmiştir.[6] Emperyalizme karşı mücadelede birlik siyaseti, ilerici güçlerin işçi sınıfı ve köylülük lehine programı uygulamaları adına ön açıcı olmuştur.
Devrimci yönetim tarafından çıkarları tehdit edilen ABD emperyalizminin bu uygulamalara yanıtı, askeri olarak Küba’ya dönük tehdit ve ambargoların arttırılması olmuştur. 17 Nisan 1961’de ABD’nin CIA destekli Domuzlar Körfezi Çıkartması ile Küba’yı işgal girişimi bu süreci tırmandırmıştır.[7] Küba Devrimi’ni gerçekleştiren 26 Temmuz Hareketi’nin “vatan savunması” merkezli direnişi ile ABD emperyalizminin saldırganlığı püskürtülmüş olmakla birlikte, Ekim 1962’deki Füze Krizi sonucunda ABD’nin askeri tehditleri daha da artmıştır. ABD emperyalizmi her yolu deneyerek devrimi hedef almıştır. Fidel Castro, bu dönemde ABD emperyalizmi tarafından yürütülen askeri saldırı kampanyasını şöyle özetlemektedir:

“1961 Kasımındaki Giron sahili olayından 1963 yılı Ocak ayına kadar, yani on dört ay içinde, Küba’ya karşı 5780 terörist eylem gerçekleştirildi. Bunların 717 tanesi sanayi kuruluşlarımıza karşı düzenlenmiş ciddi saldırılardı. Bu terörün bir sonucu olarak 3.500’den fazla insan öldü, 2.000’den fazlası sakat kaldı... Ülkemiz 45 yıldan fazladır süren, tarihin en uzun ekonomik savaşına ve bitmek bilmez, vahşi bir terörizm saldırısına hedef oldu. Şekerkamışı plantasyonlarına yangın bombaları atan uçaklar göndermeye başladılar.. Gazete sahipleri, bugün Venezuela’da Chavez’e karşı yaptıkları gibi, devrim karşıtı saldırıları teşvik ediyorlardı.”[8]

Küba’da devrimci süreci derinleştiren ve ülkeyi sosyalizme doğru götüren pratik, bu koşulların ürünüdür.

Devrim Öncesi Sosyo-Ekonomik Durum
Küba’da işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün mücadelesi, doğuşu bakımından, emperyalizme karşı mücadele ile iç içedir. 19. yüzyılın sonlarına doğru endüstrinin gelişmesi ile birlikte güçlenen işçi sınıfının 1892’de gerçekleştirdiği Birinci Ulusal İşçi Kongresi’nde mücadele önceliğini “ulusal bağımsızlık” ve “demokrasi” olarak belirlemesi bunun kanıtıdır. Küba’da devrim öncesi koşullara bakıldığında da, bu hattın sürdürüldüğü görülür. Emperyalizm tarafından baskı altına alınan sınıflar açısından bu, nesnel zorunluluk, hayatın dayatmasıdır.
Küba Devrimi öncesi sosyo-ekonomik koşullara bir göz atmak bunu kanıtlar. Devrim öncesi Küba’nın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların en zorluları, ekonominin hemen bütün alanlarına Amerikan sermayesinin sızmasıyla doğrudan ilgilidir. 1958’de Küba’daki Amerikan yatırımlarının toplam miktarı 1 milyar doları aşmış, son 13 yılda Amerikan tekellerinin karı 823 milyon ABD doları geçmiş ve bunun yarım milyar dolardan fazlası da, ülke dışına çıkarılmıştır. ABD tekelleri Küba’nın telgraf ve elektrik şebekesinin %90’ını, demiryollarının %50’sini, maden sanayisinin %90’ını, kamu işletmelerinin %80’ini, petrol sanayisinin %10’unu, banka mevduatlarının %25’ini ve işlenen toprakların %25’ini denetim altında tutmaktaydı.[9]
Diktatör Batista dönemi, Amerikan tekelleri için “altın çağ” olmuştu. Batista’nın iktidarı ele geçirdiği andan Küba Devrimi’nin zaferine kadar geçen sürede ülkenin tek gerçek efendisi Amerikan emperyalizmi’dir. Öyle ki, 1958 yılında Küba’nın toplam ithalatının %70’i, toplam ihracatının %60’ı ABD’nin payına düşmekteydi. Batista yönetiminin düşmesine doğru Amerikan sermayesi, hizmetlerle ilgili işletmelerin %80’ini, maden yataklarının %90’ını ve şeker sanayisinin %40’ını ele geçirmişti.[10]

Devrim ve Topraksız Köylülerin Rolü
Küba tarihi açısından “toprak” sorunu ilerici hareketlerin gelişmesinde belirleyici niteliktedir. 19. yüzyılda Jose Marti’nin başlattığı bağımsızlık hareketi içinde ilk kıvılcımı, Oriente eyaletindeki radikal köylüler yakmış ve bunun sonucunda On Yıl Savaşları başlamıştı. Bu savaş, Küba’nın ulusal kimliğini tanımayı reddeden ve çökmekte olan bir büyük emperyal güce (İspanya) karşı gelişen ulusalcı tepkinin ürünüydü.[11]
1950’li yıllarda beliren devrimci hareketin Küba’nın doğusundaki Oriente bölgesinde gelişmesi ve buradaki topraksız köylü kitlesinin devrimci mücadele içine çekilmesi de rastlantı değildi. Bu kez savaş, tarımsal arazilerin çoğunluğunu ele geçiren ABD emperyalizmine ve onun büyük toprak sahibi müttefiklerine karşı veriliyordu.
Topraksız köylülerin emperyalizm karşısında devrimci mücadeleye katılmasının ardında yatan sınıfsal dinamik Batista döneminde keskinleşmişti. Batista döneminde yabancı sermayeyi özendirme politikası, Amerikan şirketlerinin elinde görülmemiş ölçüde tarımsal arazi birikmesiyle sonuçlandı. Bu şirketler ülkenin en verimli topraklarının %30’una sahip olmuşlardı. Yalnızca üç Amerikan şeker tekelinin sahip olduğu toprağın büyüklüğü, 62 bin köylünün sahip olduğu toprağın 2.5 kat üstündeydi. Grineviç’ten aktaralım.

“Devrim öncesi Küba’da toprak mülkiyetinin en karakteristik özelliği, toprakların büyük tarım burjuvaziyle latifundistlerin elinde olağanüstü ölçüde birikmesi ve geniş köylü yığınlarının ya hiç toprağa sahip olmamaları ya da yok denecek kadar az topraklarının bulunmasıydı... Ülkenin işlenebilir topraklarının %46’sı, %.7.5 oranındaki işletmelerin elindeydi... Küba’nın devrim öngünlerindeki dış ekonomik ilişkilerinin ortaya koyduğu sonuç şuydu: Birincisi, Küba’ya yatırım yapan ABD tekelleri, onun bir şeker üreticisi olarak tek yanlı gelişmesini iyice pekiştirmişlerdi. İkincisi, karşılıklı anlaşmalar yoluyla ABD, Küba’nın şeker kotasını tümüyle kendi pazarına bağlamış ve Küba’nın dış ticaretini, eşitsiz Küba-ABD ilişkilerinin önemli bir halkası yapmıştı.”[12]
Bu koşullarda Küba Devrimi’nin emperyalizme karşı mücadelesinde ezilen köylü sorununun ele alınışı, devrimin geleceği açısından belirleyici rol oynamıştır. Devrim, topraksız köylüye en çok istediği şeyi, toprağı vaad etmiştir.[13] Toprak mücadelesini “vatan” mücadelesi ile birleştiren dinamik burada saklıdır.

Che’nin sözleriyle;

“Fidel Castro "Tarih Beni Haklı Çıkaracaktır" da, devrimin bugün hemen hemen tümüyle eriştiği hedefleri saptamıştır. Devrim, ekonomik alandaki mücadelenin şiddetlenmesi sayesinde, bu hedefleri aşmış, buna paralel olarak ulusal ve uluslararası politika planlarında kökleşme ve radikalleşmeye varmıştır. Çıkarmanın hemen ardından, devrimci güçler yenilgiye uğradı, neredeyse tümü dağıtıldı; sonra yine birleşip gerilla birliklerini oluşturdular. Hayatta kalan ve savaşmaya kesinlikle kararlı olan birkaç kişi, tüm adada kendiliğinden patlama şemasının yanlışlığını anlamışlardı. Savaşın uzun süreceğini, köylülerin katılmasının zorunluluğunu da anlamışlardı. İşte o sıralarda, ilk köylüler gerillacılara katıldı. İki savaş verildi, gerçi birliklerimiz sayıca fazla değildi, fakat kentlerden gelip gerilla çekirdeğini kuran kişilerin köylülere karşı güvensizliğini yoketmesi açısından psikolojik önemi büyüktü. Köylüler de merkez gerilla grubuna güveniyor, özellikle hükümetin gerilla hareketini bastırmak için barbarca öç alma eylemlerine girişmesinden çekiniyorlardı. Bu durumda iki kesin gerçek ortaya çıktı, birbirine bağlı olan bu gerçeklerin ikisi de çok önemliydi: Köylüler, ordunun canavarca gaddarlığının gerilla savaşlarına son vermeye yetmeyeceğini, hükümet askerlerinin gelip köylü evlerini yakacağını, ürünlerini ellerinden alacağını, ailelerini öldüreceğini anlamışlar, en iyi çözümün gerilla birliklerine sığınmak olduğunu, orada hayatlarının korunduğunu görmüşlerdi. Öte yandan, gerillacılarsa köylülüğü kazanmanın giderek daha da zorunlu hale geldiğini biliyorlardı. Köylü kitlelerine yürekten istedikleri birşey vermeliydik. Köylünün en çok özlemini duyduğu şeyse topraktı.”[14]
Özellikle yoksul köylülüğün devrimci seferberliğe katılması ile birlikte, Batista’ya karşı yürütülen devrim mücadelesi güç kazandı. Bu noktada Che’nin, 1958’de “Sierra Maestra’da uygulanmaya başlanan tarım reformunun bayrağı altında, bu adamlar (topraksız köylüler-benim notum) emperyalizmle çarpışıyorlar. Yeni Küba’nın bu Tarım Reformu’nun temeli üzerinde kurulması gerektiğini biliyorlar.”[15] saptaması önemlidir.
Guevara bu durumun sınıfsal tahlilini şöyle koymaktaydı: “Köylü “küçük-burjuva” eğilimine karşın, latifundiya sahipliği sistemini yıkmadan toprak elde etme arzusuna kavuşamayacağını çok çabuk öğrenir. Köylüye toprak vermenin tek yolu olan Tarım Reformu, doğrudan doğruya emperyalistlerin, büyük toprak sahiplerinin, şeker ve hayvancılıktan servet yapmış kodamanların çıkarlarıyla çarpışır. Burjuvazi çıkarlarını savunmak için savaşmaktan korkar. Proletaryanın böyle bir korkusu yoktur. Bu anlamda, devrimin yürüyüşü işçilerle köylüleri birleştirir. İşçiler, büyük toprak sahiplerine karşı ileri sürülen talepleri destekler. Toprak alan yoksul köylüyse, devrimci iktidarı büyük bir bağlılıkla savunur, emperyalist ve karşı-devrimci düşmanlarından korur.”[16]
1956 yılında Granma yatıyla Küba’ya çıkan ve Sierra Maestra’da gerilla mücadelesini yükselten Fidel Castro önderliğindeki devrimciler, özellikle bu bölgede (Orient) geniş toprak sahiplerinin ve ABD şirketlerinin uyguladığı şiddet ve baskı politikasına karşı verilen mücadeleye yoksul köylülüğü kazanmaya başlamıştı. Şeker fabrikalarında çalışan işçilerin sendikası ve Komünist Partisi ise Sierra’daki isyanı desteklemekte başlarda tereddüt etmiş, ancak daha sonra harekete katılmıştı.[17]

Sonuç: Vatan Savunmasına Öncülük Eden, Devrime de Öncülük Ediyor
Küba Devrimi ile ilgili olarak bir noktaya daha vurgu yapmakta fayda var. Küba Devrimi’ne öncülük eden güç, Küba Komünist Partisi olmadı. Devrim, 26 Temmuz Hareketi içinde topraksız köylünün harekete geçirilmesinin, kentlerde emperyalizmin ve Batista rejimini destekleyen sarı sendika önderlerinin baskılarına maruz kalan işçi sınıfının Hareket’in Batista rejiminin güçsüzlüğünü ortaya koyması ile birlikte grevli direnişlerle sürece dahil edilmesinin, özellikle aydınların ve Havana Üniversitesi’nde yoğunlaşmış öğrenci hareketinin 1956 Sierra Maestra direnişinin ardından bu hareketle birleşme temelinde eylemlilik göstermesinin, emperyalist tekeller karşısında direnemeyen burjuvazinin milli kesiminin süreci zafere yaklaşırken desteklemesinin ve bazı bölgelerde büyük toprak sahiplerinin pasif rıza göstermesinin ürünüdür. Bu bileşenleri ortaklaştıran payda Batista diktatörlüğünden ve emperyalizmden ülkeyi kurtarmak arayışıdır. Dolayısıyla Küba Devrimi ABD emperyalizmiyle hesaplaşmanın ürünüdür. 26 Temmuz Hareketi’nin başarısı, emperyalizme karşı vatan savunması amacıyla bu sınıfları ortak bir program etrafında birleştirmesinde aranmalıdır.
Dolayısıyla devrimlere öncülük etmenin koşulunun “vatan savunması”na öncülük etmek olduğu Küba pratiğinde de belirginleşmektedir. Her ne kadar Halk Sosyalist Partisi (Küba Komünist Partisi) gerilla mücadelesinin başarı kazanmasıyla birlikte 26 Temmuz Hareketi’ne katılmış ve desteklemiş olsa da, sürece öncülük edecek stratejiyi geliştirememiştir.[18] Küba Devrimi, öncülüğü Komünist Parti tarafından üstlenilmemiş bir sosyalist devrim olarak gelişmesi bakımından özgündür.[19] Küba örneğinde de görüldüğü üzere vatan savunmasına öncülük eden güç, devrime de öncülük etmiştir. Ernesto Gomez Abascal’ın sözleriyle, “esasen Jose Marti’nin fikirlerini izleyen hümanist Fidel’in devrimci ve siyasi tutumu, 1898’de Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri müdahalesiyle yarıda bırakılan bağımsızlık mücadelesini sonuca ulaştırarak bu eseri de tamamlamıştır.”[20] Devrim’in temel sloganının “Ya Vatan Ya Ölüm” olması da bu pratiğin kanıtıdır.

Dipnotlar:
[1] Ernesto Gomez Abascal, “Fidel”, Küba Büyükelçiliği resmi internet sitesi, http://emba.cubaminrex.cu/Default.aspx?tabid=7638
[2] Abascal, a.g.e.
[3] Ernesto Che Guevara, “Küba Devrimi’nin İdeolojisini İncelemek İçin Notlar”, www.sosyalistforum.org/ernesto-che-guevaradan-kuba-devriminin-ideolojisini-incelemek-icin-notlar-t11989.html
[4] Bkz., Grineviç, Küba: Devrimin Geçtiği Yol, çev. Mazlum Beyhan, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1995
[5] Küba Devrimi’nin gerçekleştirdiklerinin listesi için bkz.,
http://www.antimai.org/muh/castro40yil.htm
[6] Bkz., Ignacio Ramonet, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, çev. Bülent Levi, Doğan Kitap, Ekim 2006, s. 186
[7] Domuzlar Körfezi Çıkartması için bkz., Piero Glaijeses, “Ships in the Night: The CIA, the White House and the Bay of Pigs”, Journal of Latin American Studies, Cilt: 27, Sayı: 1, Şubat 1995
[8] Bkz., Ignacio Ramonet, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, çev. Bülent Levi, Doğan Kitap, Ekim 2006, s. 188
[9] Grineviç, a.g.e., s. 36
[10] Grineviç, a.g.e., s. 56-57
[11] C. A. M. Hennesy, “The Roots of Cuban Nationalism”, International Affairs, Cilt: 39, No: 3, Temmuz 1963, s. 347-8
[12] Grineviç, a.g.e., s. 100-101
[13] Küba Devrimi’nde köylülüğün rolü için bkz., Gil Carl Alroy, “The Peasantry in the Cuban Revolution”, The Review of Politics, Cilt: 29, Sayı: 1, Ocak 1967, ss. 87-99
[14] Ernesto Che Guevara, “Küba Devrimi’nin İdeolojisini İncelemek İçin Notlar”, www.sosyalistforum.org/ernesto-che-guevaradan-kuba-devriminin-ideolojisini-incelemek-icin-notlar-t11989.html
[15] Guevara, a.g.e.
[16] Ernesto Che Guevara, “Küba: Bir İstisna mı Yoksa Öncü mü?”, http://www.sosyalistforum.org/kuba-bir-istisna-mi-yoksa-oncu-mu-g-t3623.html
[17] Bkz., Gerrit Huizer, Peasant Mobilization for Land Reform: Historical Case Studies and Theoretical Considerations, Haziran 1999, s.27, www.unrisd.org/.../ab82a6805797760f80256b4f005da1ab/706169c0417986e480256b66003e6841/$FILE/dp103.pdf
[18] Küba Devrimi’nin erken evrelerinde Küba Komünist Partisi’nin takındığı tutumu gözler önüne sermesi bakımından şu makaleye bakılabilir: Samuel Farber, “The Cuban Communists in the Early Stages of the Cuban Revolution: Revolutionaries or Reformists”, Latin American Research Review, Cilt 18, Sayı 1, 1983
[19] Bkz., Robin Blackburn, “Prologue to the Cuban Revolution”, New Left Review, Ekim 1963, s. 52; Fidel Castro kendisiyle yapılan bir söyleşide, Komünist Parti’nin hatalarını şöyle sıralamaktadır: “Komünist Enternasyonal ve oradan gelen emirler, komünistleri Sovyetler Birliği’nin rağbet görmeyen yanlarını savunmaya itti. Molotov-Ribbentrop Paktı, Polonya’nın işgali ve Finlandiya’yla savaş. SSCB her türlü istismara ve suça kapıyı aralayan bir politika izliyordu. Küba’da bu emirler hatalara yol açtı. Hata değil de, partiye pahalıya mal olan politik çizgilere.” Bkz., Ignacio Ramonet, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, çev. Bülent Levi, Doğan Kitap, Ekim 2006, s. 165
[20] Ernesto Gomez Abascal, “Fidel”, Küba Büyükelçiliği resmi internet sitesi, http://emba.cubaminrex.cu/Default.aspx?tabid=7638

24 Şubat 2007 Cumartesi

Mustafa Balbay Yazısında Rusya’yı Neden "İran Düşmanı" Gösterdi?




Balbay'ın İran ve Rusya Merkezli Çarpıtmalarına Yanıt

Deniz Yalçın


22 Şubat Perşembe günü Cumhuriyet’te yayımlanan “Rusya’nın İran Manevrası” başlıklı yazısında Mustafa Balbay, Rusya’nın İran’da inşa etmekte olduğu Bushehr Nükleer Enerji Santrali’ne nükleer yakıt sevkiyatını ertelediği yönündeki habere dayanarak, “Rusya’nın İran’dan kurtulmanın yolunu bulduğu”nu öne sürüyor. Bunun için de, Rus devletine bağlı nükleer enerji şirketi Atomstroyeksport’un sözcüsü Irina Yesipova’nın geçtiğimiz hafta başında yaptığı bir açıklamayı kanıt gösteriyor. Buna göre “Rusya, İran’ın Bushehr kentindeki nükleer santralin devreye girmesi için gerekli nükleer yakıtı, ödeme planına uyulmadığı için vermeyecek.” Balbay sadece bu açıklamaya dayanarak, Rusya’nın ABD karşısında boyun eğdiğini ve İran’dan kurtulmanın çaresini aradığını söylüyor.[1]

Rusya Direnemez Mesajı Kime?
Balbay yazısında, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Münih’te gerçekleştirilen Uluslararası Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasına değinerek şöyle diyor: “Putin’in açıklamaları, Rusya’nın yeri geldiğinde ABD’ye kafa tutabileceğini gösteriyor ama kazın ayağı tam olarak öyle değil.”
Yazının zamanlaması ilginç: Tam da Rusya Devlet Başkanı Putin Münih’teki konferansta, güvenliğin önündeki en büyük engelin ABD olduğunu ilan etmişken[2] ve Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde bu konuşmanın tam metni yayımlanmışken, “Rusya’nın ABD’ye direnemeyeceği” mesajını içeren ve bunun için temelsiz bir gerekçeye yaslanma zorunluluğu duyan bu yazının amacı nedir?

Hedefte Avrasyacılık mı Var?
Balbay’ın yazısının 3 hedefi var: Birincisi, Türkiye’de Genelkurmay dahil birçok öncü çevrede ABD ve AB’ye karşı Avrasya merkezli direniş hattı oluşturulması fikrinin giderek güçlendiği bir döneme denk gelen bu yazı ile, yükselen Rusya faktörü gözden düşürülmek isteniyor. Rusya dahil hiçbir gücün ABD’ye karşı gelemeyeceği mesajı veriliyor. Aslında mesaj, “Rusya ABD’ye direnemiyor, Türkiye de direnemez” yönünde. Kime verildiği de açık.
Balbay, ABD karşıtı hiçbir oluşumda yer alınmaması gerektiği fikrini yaygınlaştırmak için öncelikle ABD karşısında güç kazanan seçenekleri “gözden düşürme” ve bu güçleri de kendi içinde “birbirine düşürme” taktiğini izliyor. Yazının ikinci hedefi bu: Rusya ile İran arasında anlaşmazlık olduğu izlenimini vermek. Üçüncüsü, Balbay yazısındaki kurgu yoluyla Rusya’yı İran düşmanlığı hattına çekerek, Türkiye’deki Avrasyacı yükselişi de İran düşmanlığı hattına çekmeyi amaçlıyor.

Balbay için Bushehr merkezli gelişmenin sadece bir araç olduğu, konunun üzerinde yürütülecek bir araştırmanın ardından belirginleşiyor. Balbay İran ve Rusya’yı karşı karşıya getirecek yazısına kanıt ararken, Bushehr santrali ile ilgili habere dört elle sarılıyor. Ama “kazın ayağı tam da öyle değil”. Peki gerçek durum ne?

Bushehr’de Ne Oldu?
Öncelikle İran’ın Şubat ayı içinde gerekli parayı yatırmadığı yönündeki habere bakalım. Rus Itar Tass haber ajansının 21 Şubat’ta geçtiği habere göre, İran’ın Rusya’ya Bushehr projesi ile ilgili borcu 100 milyon doların altında.[3] İranlı yetkililer bu paranın ödenmesinde bir sorun olmadığını söylüyorlar. İran kaynakları Şubat ayı için Rusya’ya ödeme yapıldığını, ancak sorunun İran Merkez Bankası’nın uluslararası ekonomik ilişkilerde bundan böyle Dolar yerine Euro ile ödeme yapma kararı almasından kaynaklandığını, bunun da teknik bir sorun olduğunu belirtiyorlar.[4] Rusya Euro ile ödeme yapılmasına karşı çıkmıyor, ancak bunun sözleşmede yapılacak bir değişiklikle gerçekleşebileceğini belirtiyor.[5] Dolayısıyla sorun teknik bir sorun ve Bushehr projesi açısından bu bir ilk değil. Rus Hükümeti daha önce de teknik sorunlar nedeniyle projenin tamamlanması için verdiği süreyi birkaç kez erteleme yoluna gitmişti.[6]
Balbay, “Rusya’nın İran’dan kurtulmanın yolunu bulduğu” fikrini güçlendirmek için Rus şirketinin sözcüsünün ifadelerine dayanıyor. Ama şirket sözcüsü Irina Yesipova’nın bu konudaki açıklamasının tamamını köşesine almıyor, işine yarayan kısmını alıyor. Oysa Yesipova yaptığı açıklamanın devamında, sorunun kaynağını şöyle saptıyor: “Bir dizi üçüncü ülkenin İran’a teknik ekipman ambargosu uygulaması nedeniyle Rus üreticiler birdenbire, tesis için gerekli tüm ekipmanı sağlamak zorunda kaldı. Bu çok zor bir durum.”[7]
İran Atom Enerjisi Ajansı Başkan Yardımcısı Saidi’nin 22 Şubat’ta Rus IRNA Haber Ajansı’na yaptığı açıklama da bu doğrultuda. Saidi şöyle diyor: “Sorun, Rus şirketinin İran’a ekipman getirecek para konusunda açığının bulunmasıyla ilgili. Atomstroyexport bizden bu sorunu çözmemizi istedi. İran gerekli ekipmanların satın alınması için beliren bu maliyeti karşılayacaktır.”[8]

Sorun Teknik
Hem Rusya hem de İran, sorunun kaynağında İran’a uygulanan ambargo nedeniyle teknik ekipman alım ve nakliye maliyetlerinin artmasının bulunduğunu belirtiyor. 1995 yılında Rusya ile yapılan anlaşmada Rusya’nın tesisi inşa etmesi karşılığında bu ülkeye 800 milyon dolarlık ödeme yapılması kararlaştırılmıştı.[9] Ancak gelinen noktada maliyetlerin artmış olması, Rus şirketinin zarar etmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla Rusya’nın aldığı karar, elektrik üretimi için inşa edilen Bushehr nükleer enerji santraline nükleer yakıt sevkiyatına başlamadan önce, uğradığı finansal zararın İran tarafından tazmin edilmesi arayışları ile bağlantılı. Çünkü proje Rus şirketi için 800 milyon dolardan daha fazla maliyet yarattı. Rus şirketine bağlı bir yetkilinin 19 Şubat tarihli International Herald Tribune gazetesine yaptığı açıklama da bunu kanıtlıyor: “Kasım 2006’da Rusya, İran’da inşa etmekte olduğu tipte bir nükleer enerji tesisini inşa etmek için Bulgaristan ile 2.6 milyar dolar karşılığında anlaşma imzaladı.”[10] Yani Rus şirketi, santral faal duruma geçmeden önce, sözleşme dışında doğan masraflarının tazmin edilmesini amaçlıyor.

Rus Yetkili: Bushehr, İran-Rus İşbirliğinin En Önemli Yönü
Dolayısıyla ortada Rusya’nın İran’dan kurtulmanın yolunu aradığını gösteren tek bir gelişme yok. Tam tersine iki ülke arasındaki ilişkiler en iyi dönemini yaşıyor. Santrali inşa eden şirketin proje sorumlusu Vladimir Pavlov’un 22 Şubat’ta yaptığı açıklama da bu bakımdan çok önemli: “Bushehr Nükleer Enerji Tesisi, Rus-İran işbirliğinin en önemli yönüdür. Bu nedenle projeyi dondurmak ya da ertelemek seçenekleri hiçbir şekilde gündemde değildir, olamaz.”[11]
Gerçek böyle. Ortada Rusya’nın İran düşmanlığında ABD ile buluştuğuna dair tek bir kanıt yok. Bu aşamada esas soru, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı El Baradey, Bushehr santralinin uluslararası açıdan bir sorun kaynağı olmadığını açıklamışken[12], Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov 1737 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ile Bushehr arasında bağlantı olmadığını belirtmiş[13] ve İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer enerji elde etme hakkının bulunduğunu savunmuşken[14], “Rusya’nın İran’dan kurtulmanın yolunu bulduğu” ya da İran konusunda Rusya’nın ABD’ye teslim olduğu çarpıtmasını yapmanın kimin işine yaradığıdır.

denizyalcin7@yahoo.com


Dipnotlar:

[1] Bkz., Mustafa Balbay, “Rusya’nın İran Manevrası”, 22 Şubat 2007, Cumhuriyet, s. 8

[2] Putin’in konuşmasının tam metni için bkz., http://www.tsk.mil.tr/diger_konular/putin_konusma.htm

[6] “Russia Delays Work on Iran’s First Nuclear Plant”, Al Jazeera, 19 Şubat 2007, http://www.aljazeera.com/me.asp?service_ID=13197

[7] “Russia Delays Work on Iran’s First Nuclear Plant”, Al Jazeera, 19 Şubat 2007, http://www.aljazeera.com/me.asp?service_ID=13197

[8] RIA Novosti, 22 Şubat 2007, http://en.rian.ru/russia/20070222/61121241.html

[9] "Iran, Russia Agree on $800 Million Nuclear Plant Deal," Washington Post, 9 Ocak 1995, http://cns.miis.edu/research/iran/rusnuc.htm

[10] Andrew E. Kramer, “Russia Deals a Setback to Iran’s Plan For Reactor”, 19 Şubat 2007, International Herald Tribune, http://www.iht.com

[13] Lavrov’un açıklaması için bkz., The Russian Spy, 11 Aralık 2006,

18 Şubat 2007 Pazar

AKP İLE CHP’Yİ İRAN DÜŞMANLIĞINDA ABD’NİN YASASI BİRLEŞTİRDİ



Deniz Yalçın

Aydınlık, 18 Şubat 2007, sayı: 1022, s.15

http://denizyalcin.blogspot.com

“Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Hükümeti arasında Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesine İlişkin İşbirliği Anlaşması”, 24 Ocak 2007'de TBMM'de kabul edildi.[1] 5575 Sayılı bu kanun, 26 Ocak 2007 tarihinde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylandı ve Resmi Gazete’de yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderildi.[2]
Söz konusu yasayı üç açıdan önemsemekte yarar var. Birincisi bu yasa ile AKP, BOP'ta eşbaşkanlık görevini bir kere daha itiraf etti, pekiştirdi. İkincisi yasanın açık hedefi İran. Zira Türkiye bu yasayla, İran'a dönük ABD planlarında koçbaşı yapılmak isteniyor. Yasa, bunun itirafı niteliğinde. Üçüncü önemli noktaysa, CHP'nin AKP ile birlikte bu yasaya örtülü desteğini esirgememesi; sözde muhalif, özde ise destekçi görünmesi.

Yasanın Gerekçesi BOP Eşbaşkanlığı
Gerek TBMM Dışişleri Komisyonu tarafından hazırlanan Komisyon Raporu'nda gerekse yasa gerekçesi kısmında ifade edilen şu cümle, yasanın Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlığını yaptığı BOP’un uzantısı olduğunu ortaya koyuyor:
"Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki mevcut işbirliği, 50 yıllık ittifak ilişkisinin yarattığı sağlam zemin, günümüz koşullarının doğurduğu çıkar ve amaç birliği, diğer alanlarda olduğu gibi asimetrik tehditlere karşı verilen mücadelede de birlikte hareket etmemizi gerekli kılmaktadır. "
Günümüz koşullarının doğurduğu çıkar ve amaç birliği nedir? "Günümüz koşulları ile kastedilen BOP; çıkar ve amaç birliği ile kastedilense AKP'nin BOP'ta eşbaşkanlığıdır.

Yasanın Hedefi İran
Yasanın gerekçesinde yer alan şu ifade, bu yasanın açık hedefinin İran olduğunu gösteriyor: "Kitle imha silahlarını temin etmeye çalıştığından kuşkulanılan ülkelerin, yayılmanın önlenmesine ilişkin küresel ve bölgesel düzenlemelere katılımlarının sağlanmasına yönelik çabalar da desteklenmektedir. Bunun yanısıra, yayılmaya karşı savunma ve caydırma amaçlı etkin önlemlerin alınmasına yönelik çalışmalara da katkı yapılmaktadır. Söz konusu anlaşma, bu alanda sarf edilen çabalara destek ve kolaylık sağlayacaktır."
“Kitle imha silahlarını temin etmeye çalıştığından kuşkulanılan ülke” ifadesi ile ABD’nin İsrail’i kastetmediği ortada. Burada açıkça İran'a işaret ediliyor. İkincisi, bu yasanın söz konusu ülkelere karşı savunma ve caydırma amaçlı etkin önlemlerin alınmasına katkı sağlayacağı belirtiliyor. Bu ifade, yasanın ABD'nin 11 Eylül sonrası geliştirdiği "önleyici vuruş doktrini" çerçevesinde çıkarıldığını kanıtlıyor.[3]
Öte yandan bu yasa ile Türkiye ile ABD arasında İran'a karşı düşmanlık, yasal ve bağlayıcı bir zemine çekilmek istenmiştir. Sonuçta bu yasa, İran'ın nükleer silah geliştirmesi durumunda Türkiye'yi tehdit edeceği fikrine hizmet etmektedir. Yasanın Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri bozma hedefi bulunmaktadır.

CHP'nin Muhalefeti İran Düşmanlığına Değil
Yasanın onaylanması sürecinde CHP’nin takındığı tavır da dikkate değerdir. TBMM Dışişleri Komisyonu'nun CHP'li üyeleri, ABD Büyükelçiliği'ni ziyaret etmiş ve yasayla ilgili görüşmelerde bulunmuşlardır. Bu görüşmelerde, yasanın İran düşmanlığında Türkiye’yi ABD ile buluşturacak özüne karşı çıkılmamış, uygulamaya ilişkin bazı küçük değişiklikler talep edilmiş ve CHP’li vekillerin ifadelerine göre ABD Büyükelçisi de bu değişikliklere, teknik ayrıntılar olması nedeniyle olur vermiştir. Yasanın TBMM’de kabul edildiği gün, tasarı hakkında söz alan CHP’li vekil Onur Öymen, CHP’nin yasaya aslında destek vermek istediğini, ancak ABD Elçisi’nin İran’a dönük düşmanlık projesinde ciddi bir aksama yaratmayacağını düşünerek bazı değişiklikleri kabul etmesine rağmen, AKP’nin bunları tasarıya yansıtmadığını, bu nedenle de ret oyu vereceklerini ifade etmiştir. Onur Öymen’in ifadesiyle: “Ve biz, belki de olumlu oy vereceğimiz bir anlaşmaya, şimdi sırf bu inat yüzünden olumsuz oy vermek zorunda kalıyoruz.”[4]

Özetle bu yasa, AKP ile CHP’yi İran düşmanlığında ABD saflarında birleştirmiştir. Yasa, ABD tarafından önümüzdeki dönem için zeminleri yoklanan seçeneklerden birisi olan AKP-CHP koalisyonu seçeneğinin İran merkezli ilk icraati olarak görülmelidir.

denizyalcin7@yahoo.com


Dipnotlar:
[1] Kanun metni için bkz: http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5575.html
[2] Bkz., http://www.cankaya.gov.tr/tr_html/ACIKLAMALAR/26.01.2007-3668.html
[3] Önleyici vuruş doktrini, Bush yönetiminin 2002’de açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin temeli niteliğindedir. Bu konuda bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Bush_Doctrine
[4] Sayın Onur Öymen’in konuşmasının tam metni için bkz:
http://www.onuroymen.com/docs/Öymen,%20TBMM,%2024%20Ocak%202007.doc

7 Şubat 2007 Çarşamba

RAND/CIA RAPORU’NDA VERİLEN GÖREVİ KİMLER YERİNE GETİRİYOR?












Deniz Yalçın

Aydınlık, 4 Şubat 2007, Sayı: 1020, sayfa 16-17


CIA'ya fikir ve strateji üreten RAND Corporation tarafından 2003 yılında yayımlanan ve Cheryl Benard imzasını taşıyan Sivil Demokratik İslam adlı rapor, içinde bulunduğumuz günlerde farklı bir boyutuyla daha önem kazanıyor.
Söz konusu RAND/CIA Raporu, ABD'nin 11 Eylül 2001 sonrasında yürürlüğe koymak için düğmeye bastığı emperyalist strateji Büyük Ortadoğu Projesi'nin gerektirdiği siyasal yapılanmaları ve iktidar modelini kuramlaştırması bakımından önemli. Rapor, İslam dünyasında uygulanacak stratejinin başarıya kavuşması için Ilımlı İslam modelinin yaratılmasını öngörüyor ve bu konuda model olarak Türkiye'yi ve özellikle Fethullah Gülen cemaatini örnek gösteriyor.

AKP’nin Mayası Bu Raporda
AKP'nin ideolojik/siyasal mayasını her yönüyle açığa vuran bu rapora göre, İslam dünyasında 4 temel siyasal konum bulunuyor: Köktendinciler, Gelenekçiler, Ilımlılar ve Laiklik yanlıları.
Raporun başında böyle bir ayrıma gidilmesinden, ABD'nin BOP coğrafyasında siyasal konumlanışları kendisinin belirlemek istediği ve yarattığı cepheleşme üzerinden müttefikler devşirme siyaseti izleyeceği anlaşılıyor. Bu politika, siyasal çelişkilerin ABD/emperyalizm karşıtlığı temelinde biçimlenmesinin önüne geçecek yapay çelişkilerin imdadına yetişmesine bel bağlıyor.

Raporun ilerleyen sayfalarında stratejiye ilişkin ayrıntılar açıklandıkça, bu tezin doğruluğu kanıtlanıyor.
Raporun xi nolu sayfasında stratejinin başarıya ulaşması için yapılması gerekenler şöyle özetleniyor:
-Öncelikle Ilımlıları destekleyin
-Köktendincilere karşı gelenekçileri destekleyin. Gelenekçilerle köktendinciler arasında ittifak oluşmasını önleyin. Ilımlılarla gelenekçiler arasındaki işbirliğinin gelişmesini teşvik edin.
-Köktendincilere açıktan cephe alın.
-Köktendinciliğin ortak düşman olduğu fikrini teşvik edin, laiklik yanlılarının milliyetçi ve solcu ideolojilerle ABD karşıtlığı temelinde ittifaklar oluşturmasını engelleyin.

Laiklik Yanlısı Kesimler?
CIA raporunda Laiklik yanlısı kesimlerle ilgili bölüm dikkat çekici tanımlamalar içeriyor. Rapora göre Ortadoğu’da laiklik yanlısı kesimler söz konusu olduğunda ABD’nin karşılaştığı en büyük sorun, bu kesimin büyük çoğunluğunun solcu olması ve emperyalizm karşıtı, milli duruş sergilemesi(s. 25)
Rapor, İslam ile laiklik arasında uyum olamayacağı tezinin geçersiz olduğunu, zira bu tezin Türkiye modeli çerçevesinde çürütüldüğünü seslendiriyor. Bu nokta önemli, çünkü laiklik konusunda İslam dünyasına Türkiye’yi model olarak sunan bu Rapor’daki “laiklik yanlısı kesimler” ifadesi ile açıkça Türkiye’ye atıf yapıldığı ve “köktendinciliğin ortak düşman olduğu fikrini teşvik edin, laiklik yanlılarının milliyetçi ve solcu ideolojilerle ABD karşıtlığı temelinde ittifaklar oluşturmasını engelleyin” ifadesi ile Türkiye’nin hedef alındığı böylece ortaya çıkıyor.
Raporda ABD'nin açık müttefikinin Ilımlı İslamcılar olduğu ifade ediliyor (s.37). Yedek müttefikler ise laiklik yanlılarıyla gelenekçiler. Asıl düşmansa köktendinciler. ABD yarattığı bu yapay cepheleşme yoluyla “ortak düşman” köktendinciler karşısında iktidar çeşitlemelerini, seçeneklerini çoğaltmayı arzuluyor. Dolayısıyla BOP stratejisi çerçevesinde yedek güçler, anahtar nitelik taşıyor.

ABD Kendisini Çökertecek Gücü İtiraf Ediyor
"Köktendinciliğin ortak düşman olduğu fikrini teşvik et, laiklik yanlılarının milliyetçi ve solcu ideolojilerle ABD karşıtlığı temelinde ittifaklar oluşturmasını engelle" tavsiyesi de bu gerçeği açık biçimde ortaya seriyor. Her şeyden önce bu ifade, Ilımlı İslam modeli ile kol kola ilerleyecek bir Amerikancı laiklik modelini öngörüyor. AKP'nin alternatifi, bu cümlede saklı.
Daha da önemlisi, ABD kendisine yönelen tehdidin adını koyuyor; kimlerin bir araya gelmemesini istediğine bakmak, emperyalizme en büyük tehdidin nereden geldiğini anlamayı da sağlıyor. Emperyalizm karşıtlığı temelinde birleşmelerinin engellenmesi istenen güçler, laiklik yanlısı kesimlerle milliyetçiler ve solcular. Bu, halkçı, milliyetçi ve bilimsel sosyalist güçlerin vatan savunması programında birleşmelerinin engellenmesi isteğinin de itirafı. Raporun bu önerisi, baş çelişmenin resmini çiziyor ve ABD kendisini çökertecek birlikteliğe işaret ediyor. ABD açısından asıl düşmanın Kemalizm olduğu bir kere daha ilan ediliyor.

ABD’nin Verdiği Göreve Kim Talip?
RAND/CIA Raporu’nu bugünlerde yeniden güncel kılan yan tam da burası. Zira yükselen ABD/AB emperyalizmi karşıtlığı temelinde halkçı, milliyetçi ve bilimsel sosyalist güçlerin Kemalist Devrim programında birleşerek Türkiye’yi yeniden bağımsızlık rotasına sokmaları riski karşısında ABD’nin yedeklediği bir kesim, şimdi rolünü daha da açıktan oynuyor.
Bu noktada ideolojik aygıtlar olarak Cumhuriyet Gazetesi ile Kanaltürk’ün, siyasal planda da CHP’nin izlediği Amerikancı stratejinin izlerini CIA Raporu’nda bulmak kolaylaşıyor.

Cumhuriyet ve Kanaltürk’ün Rolü
Cumhuriyet Gazetesi’nde 1 yılı aşkın süredir izlenen İran düşmanı tutum, AKP’yi devirmesi ve CHP ile MHP’yi iktidara taşıması durumunda ABD’nin BOP’ta daha fazla hareket serbestisi kazanacağının gerek İlhan Selçuk’un yazılarında gerekse Tuncay Özkan’ın Kanaltürk’teki programında ifade edilmesi tam da CIA Raporu’ndaki ifade doğrultusunda anlam kazanıyor. ABD, bir yandan bu kesimleri yedekleyerek ulusalcı yükselişi kendi projesi etrafında seferber edecek bir iktidar alternatifi doğurmak, diğer yandansa bu sayede AKP’den sonuna kadar yararlanmak hedefi güdüyor.
Öyle ki süreç, İlhan Selçuk’a bu doğrultuda 16 Kasım 2006 tarihli Cumhuriyet’te şu satırları yazdırabiliyor: “Bush, Ortadoğu'da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye'den başlaması aklın yoludur... Ortadoğu cehennem... Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush'un Türkiye'de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk'ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu'da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor... Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK'yi kullanarak Türkiye'yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP'nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD'nin Ortadoğu tasarımında 'revizyon'a, Türkiye'de ise yeni bir iktidara gerek var.”

Resmi Deniz Baykal Tamamlıyor
İran düşmanlığında Türkiye ile ABD’yi yan yana getirmeye çalışan Mustafa Balbay’ın yazı dizileri ve kitaplaştırdığı İran Raporu, Tuncay Özkan’ın ABD’ye verdiği “AKP’yi devir, BOP’ta işbirliği yapalım” mesajları, İlhan Selçuk’un köşesinden ABD stratejisinde görev almak için yakarması resmini CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın şu sözleri tamamlıyor.
“Türk-Amerikan ilişkileri Türkiye için, bu bölgenin barış ve istikrarı için, Amerika’nın bu bölgedeki uzun vadeli bekleyişleri için büyük önem taşıyor… ABD, Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması çabalarına hiç yüz vermedi. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin güçlü bir devlet olarak ayakta durması büyük önem taşıyordu. Onun gereği dürüstçe yapıldı..Türkiye’nin uzun vadeli olarak ABD ile paralel hareket etmesine karşı olmak için herhangi bir neden görmüyorum.ABD ile aramızda ideolojik bir harp olduğunu söylemek çok yanlıştır… Amerikan aleyhtarı bir oluşuma kesinlikle katkı vermedik. Hiçbir şekilde Amerikan düşmanlığı sergileyecek bir tavır içine girmedik. Meydanlara çıkmadık, örgütümüze kesin talimat verdik, “bu konulardaki yürüyüşler, kitle gösterileri içinde kesinlikle yer almayacaksınız” diye. Çünkü biliyoruz ki ABD, bizim aramızda birtakım sorunlar da olsa sonunda bir araya geleceğimiz, birlikte çalışmamız gereken bir ülkedir.”1

Sonuç olarak söz konusu RAND/CIA Raporu sayesinde, Atatürk'ün emperyalizm karşıtı karakterini ortadan kaldıranların, 6 Ok programını sadece laiklik ilkesine indirgeyerek ABD'nin BOP'unda görev almayı meşrulaştıranların maskesi düşüyor.

[1] 1 Mayıs 2005 tarihinde Star Gazetesi’nde yayımlanan söyleşiden alınmıştır: http://www.zeynelabidinerdem.com/_CHP_BAS_AND_ERDEM

Söz konusu RAND/CIA Raporu: "Civil Democratic Islam: Partners, Resources and Strategies", RAND Corporation, www.rand.org/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf

3 Şubat 2007 Cumartesi

AB’nin Yeni Yasa Tasarısı’na Göre Vatanımızı Savunmamız Suç Kapsamında






Deniz Yalçın
3 Şubat 2007


Fransız Parlamentosu'nun 12 Ekim 2006 tarihinde Ermeni Soykırımı'nı inkarı suç sayan yasayı geçirmesinin ardından, Avrupa Birliği de soykırımın (genel anlamda) inkarını suç sayan ve bu suçlara 3 yıla kadar hapis cezası öngören yasayı dönem başkanı Almanya'nın öncülüğünde geçirmeye hazırlanıyor.
29 Ocak 2007'de, AB Dönem Başkanı Almanya tarafından yapılan basın açıklamasına göre, söz konusu çerçeve yasa ile AB ülkelerinde ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının yayılmasının engellenmesi amaçlanıyor.
Yasanın kapsamı çok önemli.
Birincisi ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yasa kapsamında.
İkincisi, ki bizim açımızdan önemli nokta burası: Soykırımın, insanlığa karşı işlenen suçların ve savaş suçlarının AB sınırları dahilinde olumlanması, inkarı ya da küçümsenmesi de suç kapsamına alınıyor. Bunun ne anlama geldiğini aşağıda göreceğiz.
Üçüncüsü de, ırkçı ve yabancı düşmanı güdüler, diğer suç unsurlarında ağırlaştırıcı faktör olarak değerlendirilecek.
Yasanın içeriği bu. AB sınırları içerisinde bu kapsamda suç işleyen kişiler 1 ile 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırılabilecek.

Kaynak: http://www.eu2007.de/en/News/Press_Releases/January/0129BMJantiracism.html

Avrupa Birliği ülkelerinin birer birer parlamentolarından Ermeni Soykırımı’nı tanıyan yasalar geçirdiği, Fransa'nın Ekim ayında Ermeni Soykırımı'nı inkarı suç sayan yasayı Meclis'te onayladığı bir süreçte gündeme getirilen söz konusu yasa çok büyük siyasal sonuçlara gebe.
Soykırımın, insanlığa karşı işlenen suçların ve savaş suçlarının AB sınırları dahilinde olumlanması, inkarı ya da küçümsenmesi şeklinde ifade edilen suç unsurunun bu yasayla birlikte benimsenmesi nasıl bir sonuç yaratabilir?
Bunun için önce, yukarıda alıntıladığım basın açıklaması metnine dönelim. Burada soykırımın, insanlığa karşı işlenen suçların ve savaş suçlarının olumlanması, inkarı ya da küçük gösterilmesi maddesinde, söz konusu suçların tanımı için Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü Belgesi'nin 6., 7. ve 8. maddeleri ile 1945 Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi'nin 6. maddesinin geçerli olacağı belirtiliyor. Şimdi dikkat:
Roma Statü Belgesi'nin 6. maddesi soykırımı, 7. maddesi insanlığa karşı işlenen suçları, 8. maddesi ise savaş suçlarını tanımlıyor ve düzenliyor. (Roma Statüsü için bkz.:www.ihop.org.tr/belge%5CULUSLARARASI%20CEZA%20MAHKEMESI%20ROMA%20STATUSU.doc)

Ermeni soykırımı tezi bağlamında bizi ilgilendiren asıl madde Roma Statüsü'nün 7. maddesi. Çünkü bu madde çerçevesinde tehciri olumlamak da suç kapsamına alınıyor.
Bu maddenin d bendi "Nüfusun sürgün edilmesi veya zorla nakli” (Tehcir) başlığını taşıyor ve tehcir şöyle tanımlanıyor: "Nüfusun sürgün edilmesi veya zorla nakli”, uluslararası hukukta izin verilen gerekçeler olmaksızın, bir yerde hukuka uygun olarak ikamet eden insanların zorla yerlerinden edilmeleri ya da başka zorlayıcı fiillerle yer değiştirilmeleri anlamına gelir"
Ayrıca yasanın ulusal ya da uluslararası bir mahkeme tarafından somut tarihsel bir olayın soykırım, insanlığa karşı suç ya da savaş suçu teşkil ettiğinin saptanmasına bağlı olarak, AB üyesi ülkelere cezai yaptırım uygulama olanağı vereceği de belirtiliyor: "Her somut ve spesifik olay bağlamında somut tarihsel suçun soykırım mı, insanlığa karşı suç mu yoksa savaş suçu mu olduğuna, bir mahkeme karar verebilir."

Bunun bizim açımızdan anlamı şu: Eğer bir AB üyesi ülke Ermeni soykırımını tanımışsa, bu çerçevede o ülkede Ermeni soykırımını inkar etmek suç kapsamına girecek.
Eğer AB üyesi ülke Ermeni soykırımını tanımamışsa (örneğin Almanya. Alman Meclisi 2005'te benimsediği kararda soykırım sözcüğü yerine toplu katliam ifadesini kullandı) bu kez de insanlığa karşı suçları düzenleyen Roma Statüsü'nün 7. maddesinin d bendi (tehcir) uyarınca, tehcir kararını savunmak da suç olacak.
Dolayısıyla "soykırım yok, vatanımızı savunduk" ifadesi, AB nezdinde suç oluyor. Bu yasayla, Türkler’in vatanlarını savunmaları suç kapsamına alınıyor. Çünkü tehcir yoluyla vatanımızın savunulmuş olmasını olumlu karşılamak, tehcir kararını olumlu görmek de suç kapsamına alınıyor.

Neden Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Önleme Yasası Kapsamında?
Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının önlenmesini amaçlayan bir yasaya böyle bir maddenin eklenmesi oldukça anlamlı. Açık ki bu yolla AB, Talat Paşa Komitesi’nin "Ermeni Soykırımı uluslararası bir yalandır", "soykırım yok, vatanımızı savunduk" sözlerinde ifadesini bulan tutumunu ırkçılık ve yabancı düşmanlığı suçu ile itham etmeyi amaçlıyor. Verilmek istenen açık mesaj şu: “Ermeni Soykırımı’nı inkar edenler, aynı zamanda ırkçı ve yabancı düşmanıdır.”
Bu nedenle bu yasa tasarısının, 29 Eylül 2006'da Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen "Türkiye’nin katılım sürecinde kaydettiği ilerlemeye ilişkin Avrupa Parlamentosu Kararı (2006/2118(INI))"ndaki 43. maddenin açık biçimde devamı olduğu görülmektedir.
"Aşırı sağ kuruluşlar tarafından yürütülen, yabancı düşmanı ve ırkçı ‘Talat Paşa Komitesi’ni, Avrupa ilkelerini ciddi şekilde ihlal eden ve aynı kuruluşlarca Lion ve Berlin’de düzenlenen muhalif gösterilerden dolayı kınamakta; Türkiye’yi bu komiteyi kapatmaya ve faaliyetlerine son vermeye davet etmektedir."
Dikkat edilirse, tıpkı yasa taslağındaki gibi burada da, soykırımı uluslararası bir yalan olarak reddeden Talat Paşa Komitesi'nin ırkçı ve yabancı düşmanı olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Berlin 2006'nın Alman Hükümeti nezdindeki etkisi de, bu yasa taslağı çerçevesinde açıkça ortaya çıkmıştır.
Irkçılığı ve yabancı düşmanlığını Avrupa'da engellemeyi amaçlayan bir yasanın içine soykırımı reddetmenin, tehciri olumlu karşılamanın suç olarak yedirilmesi, açıkça bu etki çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Dikkat edilirse AB, soykırım söz konusu olduğunda iki konuya eğilmektedir. Birincisi Yahudi soykırımı, ikincisi ise Ermeni soykırımı konusu.
Bu yasanın Yahudi soykırımının inkarını cezai yaptırıma bağlama amacı olsa da, gerçek ve güncel amaç kesinlikle Ermeni soykırımının inkarını engellemek, tehciri savunmayı caydırmaktır. Almanya'da Prof. Dr. Hakkı Keskin'e yönelik olarak başlatılan psikolojik savaşın açıkça devamı söz konusudur. (Bu konuda bkz., http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=481 )

Türkiye'yi savunan Talat Paşa Komitesi'nin ve Prof. Dr. Hakkı Keskin ve onun gibi nice yurtseverin sesleri bu yasayla kısılmak istenmektedir. Bunun bir sindirme, yıldırma operasyonu olduğu açıktır. "Ermeni Soykırımı'nın emperyalist bir yalan" olduğunu ifade etmenin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı olduğu suçlamasını içinde barındıran bu yasa tasarısı, açık bir psikolojik savaşın göstergesidir. O nedenle Hrant Dink cinayeti ve onun ardından yaşananları düşünürsek, bu psikolojik savaşın çok boyutlu yürütüldüğü açığa çıkar. Birbirinden bağımsız değildir. Bu süreçte, ülkemizde yükselen Amerikan ve AB karşıtı eğilim, programsız, hedefsiz, ırkçı bir akımın kaosa, şiddete ve düşmanlığa eğilimli tepkiselliği olarak yansıtılmak istenmiştir.
Yasanın gündeme gelmesi ve onaylanması ile birlikte, Türkiye'nin AB aracılığıyla Atlantik kapısında asılı durma sürecini tamamen sona erdirecek gelişmelerin kapısı da aralanacaktır. AB meselesinde konumlar daha da keskinleşecektir. Zira bu yasadan sonra hala Türkiye’nin AB üye adaylığından çekilmemesini savunmak, AB’nin Ermeni soykırımını inkarı ve tehciri olumlamayı suç sayan bu yasasını savunmak, bunları suç sayan anlayışı paylaşmak anlamına gelecektir. Bu yasadan sonra AB’yi savunmak, Ermeni Soykırımı olduğunu savunmak ve tehcirin bir suç olduğunu kabul etmek anlamına gelecektir. Zira İngiliz The Daily Telegraph gazetesinin 2 Şubat 2007 tarihli "EU Plans Far-Reaching 'Genocide-Denial' Law" başlıklı haberine göre, taslak metinde her üye ülkenin soykırımı, insanlığa karşı işlenen suçları ve savaş suçlarını olumlamayı, küçük görmeyi ya da inkar etmeyi cezalandıracak şekilde, gerekli düzenlemeleri yapmasının zorunlu olduğu ifade edilmektedir.

(Bkz: The Daily Telegraph,
http://www.telegraph.co.uk/news/main.jhtml?xml=/news/2007/02/02/weu02.xml, 2 Şubat 2007)

Böylece Türkiye, AB'nin bu yasası çerçevesinde Ermenilere soykırım yapıldığını kabul etmemesi ya da tehcirin doğru ve zorunlu bir karar olduğunu savunması durumunda, üyesi olmak istediği AB'nin yasal düzenlemesine karşı davrandığı, dolayısıyla "ırkçılık ve yabancı düşmanlığı" suçunu teşvik ettiği için AB üyesi olamayacaktır. Akıl yürütmeyi sürdürelim: Soykırımı kabul edip AB üyesi olması durumundaysa, yukarıda ifade edildiği üzere, üye ülkelere yüklenen sorumluluk bağlamında soykırımı inkar eden, tehciri doğru bulan yurttaşları hapis cezasına çarptırmak durumunda kalacaktır. Parlamentolarda "soykırım"ın gerçekleştiği tarihler olarak 1915-1923 yılları arası kabul edildiğine göre, Türkiye'nin Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı da kapsayacak biçimde Kemalist Devrim sürecini övmek, vatan savunmasını övmek, Türkiye'nin bağımsızlığını övmek suç kapsamına alınacaktır. Çok nettir: Bu yasayla Avrupa Birliği, vatanımızı savunmayı suç kapsamına almaktadır. Bu koşullarda bile Türkiye’nin AB üye adaylığından çekilmemesini savunanlar olduğunda, bunun vatana ihanet suçu kapsamına gireceği açıktır.
Bütün bunlar, söz konusu yasanın kabul edilmesi durumunda bile Türkiye'nin AB üyeliğini savunan kesimlerin işbirlikçi konumlarını daha da açığa vurması bakımından üzerinde önemle durulması gereken değerlendirmelerdir. Yasa, Türkiye'yi parçalama projesinin devamıdır. Bu süreçte AB'ye ilişkin konumlanışları keskinleştirmesi bakımından üzerinde önemle durmamız gerektiğini düşünüyorum.
Yasa ayrıca Ermeni soykırımı tezlerini ABD'de ve AB'de seslendiren, parlamentolardan geçirten gücün Ermeni lobisi olduğu yönündeki efsaneyi de sona erdirecek türdendir. Bütün AB üyesi ülkeleri kapsayacak böyle bir yasanın da Ermeni lobisinin ürünü olduğunu söylemek, enikonu gülünç olacaktır. Ermeni soykırımı tezlerinin arkasında emperyalist güçlerin bulunduğu, yasanın taslağına bakılarak bile anlaşılır, gözle görülür hale gelmiştir.

Son olarak şunu belirtmeliyiz. Bu yasayla Talat Paşa Komitesi'nin başarısı da itiraf edilmiştir. Aslında Eylül 2006'daki Avrupa Parlamentosu kararı, Ermeni Soykırımı iddiaları üzerinden şekillenen saldırı-savunma mevzilerinin gerçek taraflarını göstermişti. Bir yanda emperyalist Avrupa Birliği, diğer yanda emperyalistlere yalanlarını kendi yurtlarında yüzlerine vuran Talat Paşa Komitesi. Avrupa Parlamentosu'nun Talat Paşa Komitesi’nin kaldırılmasını isteyen raporu, Türkiye'yi savunan, AB'nin Türkiye'ye yönelik saldırılarını göğüslemeye yönelen en önemli milli birlikteliğe işaret ederek vatan savunmasının gerçek tarafının kim olduğuna işaret etmişti.

29 Ocak 2007 Pazartesi

ABD Ulusal Güvenlik Belgeleri: “Türkiye’nin Tarafsız Kalmasını Önleyin”













Fotoğraf: Tel Afer'de ABD'nin Yaptığı


Deniz Yalçın

Not: Bu yazı, 16 Temmuz 2006 tarihli Aydınlık dergisinde yayımlanmıştır.

http://denizyalcin.blogspot.com

ABD Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından yayımlanan ve ABD’nin Ortadoğu’daki propaganda operasyonlarının ayrıntılarını gözler önüne seren 148 belgede, Türkiye’ye özel bir önem verildiği anlaşılıyor.
Söz konusu arşivde bunu kanıtlayan önemli bir belge yer alıyor. 14-21 Şubat 1951 tarihleri arasında ABD’nin Ortadoğu’daki tüm diplomatik misyon şeflerinin, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Yakındoğu bölge sorumlularının ve ABD Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey komutanlarının katılımıyla gerçekleştirilen 8 günlük toplantıda ABD’nin Ortadoğu’daki hedefleri ve öncelikleri yeniden saptanıyor. “Uzlaşılan Sonuçlar ve Öneriler” başlığı ile toplantının ardından yayımlanan ve “çok gizli” ibaresi taşıyan 20 no’lu 48 sayfalık bu belgede ABD, Ortadoğu’da temel önceliği Türkiye’ye veriyor.

“Türkiye’nin Tarafsız Kalmasını Önleyin”
Raporda yer alan 13 no’lu tavsiyede, Yunanistan’ın asker sayısı ve savunma gücü sınırlı olduğu için bu ülkeye ABD askeri yardımının makul ölçülerde tutulması gerektiği ifade ediliyor ve Türkiye için şu ifadelere yer veriliyor: “En büyük askeri yardım Türkiye’ye yapılmalı ve Türkiye’nin tarafsız kalmasının önüne geçilmeli. Böyle bir yardım hem halihazırdaki askeri varlığı güçlendirme hem de doğrudan bir saldırıya direniş gösterecek saldırgan bir kuvvet yaratma amacını gütmelidir.”
8 gün süren bu toplantıda Türkiye’nin tarafsız kalmasının önlenmesi, Türkiye’nin Atlantik cephesinde yer alması için askeri yardım yapılması ve Sovyet tehdidi propagandasının güçlendirilmesi kararlaştırılıyor. Bu amaçla ortaya atılan öneri ise, Türkiye’nin derhal NATO üyesi yapılması: Konferansta “ABD’nin Türkiye’de, Yunanistan’da ve sonuç olarak tüm Ortadoğu’da siyasi ve askeri hedeflerine ulaşabilmesi için, mümkün olan en kısa sürede Türkiye ve Yunanistan’ı NATO üyesi yapması gerektiği” ifade ediliyor.
Söz konusu rapor, Türkiye’yi emperyalizmin kapısına bağlayan kararlara İstanbul’da imza atıldığını kanıtlıyor. Nitekim Doç. Dr. Cüneyt Akalın’ın Soğuk Savaş ABD ve Türkiye başlıklı incelemesinde de, 8 gün süren bu toplantının ve ABD’li komutanların Türkiye ziyaretinin Türkiye’nin NATO’ya üye yapılmasında önemli bir köşetaşı olduğu belirtiliyor.

Askeri Yardım ve Sovyet Tehdidi Propagandası El Ele
Öte yandan bu konferansta en büyük askeri yardımın Türkiye’ye verilmesi kararı öne çıkıyor. Bu noktada Soğuk Savaş’ta Amerikan propaganda aygıtının etkilerinin en fazla hissedildiği ülkenin Türkiye olduğunu belirtmek de yanlış olmaz. Zira 148 belgelik söz konusu arşivde, Amerikan yardımlarının doğrudan doğruya Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi yönündeki propaganda faaliyetleri kapsamında değerlendirildiği açıkça ifade ediliyor. 1952’de yayımlanan Ulusal Güvenlik Konseyi Raporu (belge no: 59) bu konuda oldukça açık sözlü: “Yardım programları, psikolojik hedeflere erişmek için kullanılacak.”
Bu noktada yeniden ABD’nin kamuoyu yönlendirme operasyonlarına dönmekte yarar var. Arşivde yer alan 58 no’lu belgede ifade edilen “Arap kamuoyunda etki yaratmak için gazetelerde daha fazla yer satın almak ve manşetlerle başyazıların denetimini ele geçirmek” hedefi, ABD’nin psikolojik savaş operasyonlarını nasıl yürüttüğünü göstermesi bakımından oldukça önemli. Yerel basında ABD ekonomik ve askeri yardımlarının daha fazla yer bulması için teşvik ödenmesi, Batı destekli güvenlik anlaşmalarının övülmesi ve bu makalelerin bölgedeki diğer ülkelere de yayılması, aynı kapsamda öne çıkan propaganda etkinlikleri.

Propaganda’nın Hedefi
ABD’nin Ortadoğu’da yürüttüğü propaganda faaliyetlerinin hedefi, 23 Temmuz 1954 tarihli, “Yakındoğu’da ABD Hedefleri ve Politikaları” başlıklı Ulusal Güvenlik Konseyi raporunda şöyle ifadesini buluyor: “Sovyet komünizminin bugün dünyadaki tek emperyalist güç olduğu ve komünist dinsizliğin tüm dinlerin ortak düşmanı olduğu fikrini işleyerek Ortadoğu’daki tarafsızlık yanlısı güçleri bertaraf etmek.”
Konulan bu hedef doğrultusunda yapılanları da yine arşivden öğreniyoruz. 11 Ekim 1955 tarihli, 130 no’lu belge ABD Operasyon Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanan 17 sayfalık bir rapor. Söz konusu kurulda CIA da var. Bu raporda, Yakındoğu’da ABD’nin belirlediği hedefler doğrultusunda 11 Nisan 1955 ile 7 Ekim 1955 tarihleri arasında gerçekleştirilen eylemlerin bir bilançosu çıkarılmış ve eylemler Ulusal Güvenlik Konseyi’ne rapor edilmiş.

“Aydın kesim Batıcı olmalı”
Raporda, “özgür dünyanın hedeflerine en uygun liderlik gruplarını destekleyin. Aydınların Batı merkezli etkinliklere yönelmesini örgütleyin.” şeklinde ifade edilen görev doğrultusunda nelerin eyleme konduğu şu sözlerle ifade edilmiş: “Dışişleri’nin eğitim programı, aydın kesimin Batıcı olmasının öneminin farkındadır. Siyasi, askeri liderlerle sendika liderleri, haber müdürleri, aydınlar ve öğrenciler, hem birebir temas hem de doktriner yayınların ulaştırılması yoluyla özel ilgi altındadır.”

Sovyet Tehdidi Efsanesi
Aydınları propaganda yoluyla Atlantik cephesine ideolojik olarak bağlama ve bu kesimin katkılarıyla toplumda Batı yanlısı görüşlerin yaygınlaştırılması hedefi güden Amerikan psikolojik operasyon aygıtının bu amaçla yarattığı düşman ise Sovyet tehdidi efsanesi. Aynı belgede, “Sovyet rejiminin Ortadoğu’daki ülkelere dönük “düşmanca” tavırlarının açığa vurulması” konusunda yapılanlar da bunun kanıtı.
Bu konuda en büyük sorumluluğun yine basın yayın organlarına yüklendiği görülüyor. ABD İstihbarat Servisi’nin Yakındoğu’da her türlü aygıttan yararlanarak komünizme ilişkin bilgi yaydığının belirtildiği belgede, Irak’taki anti-komünist kampanyada ABD ile Irak Hükümeti’nin birlikte çalıştıkları vurgulanıyor; Suriye basınında ise Sovyet karşıtı haberlerin ve makalelerin yayınlanması konusunda büyük başarı elde edildiği açıklanıyor ve ABD’nin sağladığı materyallerle yazdırılan iki anti-komünist kitabın satışa sunulduğu belirtiliyor.
Ayrıca, ABD’nin hedeflerine ulaşmasını sağlayacak yazılı ve görsel malzemelerin basında yer almasını sağlamak için kişisel bağlantıların arttırılması yolunda büyük aşama kaydedildiği belirtiliyor ve bunun ölçüsü olarak, sadece Ürdün’de gazetelerin kullandığı ABD kaynaklı yazılı materyallerin sayısında üç kat artış sağlandığı ifade ediliyor. Kütüphanelere de özel önem verildiği rapordan anlaşılıyor. Bölgede son 6 ay içinde kütüphanelerde istihdam edilmek üzere binlerce yeni görevlinin işe alındığını ve bu yolla anti-komünist kitap ve materyallerin daha geniş kitlelere ulaşmasının sağlandığı da aktarılan bilgiler arasında.

ABD Bugün de Aynı
ABD’nin Soğuk Savaş sırasında Ortadoğu’da uyguladığı propaganda taktikleri, hem geçmişe hem de bugüne ışık tutması bakımından oldukça önemli. Nitekim geçtiğimiz günlerde ABD basınına yansıyan ve ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld’in de kabul etmek zorunda kaldığı Irak merkezli propaganda skandalı, ABD’nin taktiklerinden vazgeçmediğinin kanıtı. ABD’nin Irak işgalinden sonra Lincoln Group adlı bir şirket aracılığıyla Irak’taki bazı basın yayın organlarında direnişçileri hedef alan ve işgali öven yazılar yayınlattığı, köşe yazarlarını parayla satın aldığı geçtiğimiz günlerde kanıtlandı.
Bugün ABD’nin Ortadoğu’daki imajı 1950’lere göre daha da kötü. Bu nedenle ABD, basın yayın organlarında ABD çıkarlarına hizmet eden dezenformasyon faaliyetlerini bizzat yürütmek yerine, sözkonusu ülkelerde faaliyet gösteren danışmanlık şirketleri ve STK’lar aracılığıyla hareket etmeyi tercih ediyor.

25 Ocak 2007 Perşembe

ABD Ulusal Güvenlik Arşivi Belgeleriyle Ortadoğu’da Amerikan Propagandası’nın İçyüzü













Fotoğraf: ABD'nin Felluce Katliamı'ndan


Deniz Yalçın

ABD’nin Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren Ortadoğu’da yürüttüğü psikolojik savaş operasyonlarının iç yüzü ortaya çıkıyor. ABD Ulusal Güvenlik Arşivi, 1950’den sonra ABD’nin Ortadoğu’da izlediği propaganda ve psikolojik savaş taktiklerinin birçoğunu açığa vuran 148 gizli belgeyi yayımladı. ABD Büyükelçilikleri’nin bu operasyonların merkezinde oldukları, gizli yazışmalardan bir kere daha anlaşılıyor.
Yapılan yazışmalar özellikle Irak, İran, Suudi Arabistan merkezli propaganda ve psikolojik savaş taktiklerini açığa vuruyor ve aynı stratejiye Türkiye’nin de dahil olduğu “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi”nde açıkça ifade ediliyor.

Amerikan Propagandası Neyi Amaçlıyor?
Söz konusu belgelerde ABD’nin Ortadoğu’da 50’li yıllarda geliştirdiği propaganda stratejisi “komünizmle mücadele” olarak ifade ediliyor ve bu amaçla her türlü faaliyet meşru görülüp uygulanıyor. Bunun yanında izlenen strateji, komünizmle mücadele adı altında yükselen Amerikan karşıtlığının dizginlenmesi ve Ortadoğu’nun tamamıyla ABD emperyalizminin denetimine girmesi. 16 Mayıs 1952 tarihinde Irak’taki ABD Elçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen ve “Irak için Enformasyon Programı” başlığını taşıyan 62 no’lu gizli yazışmada, Irak’ta Amerikan propagandası ile “Batı karşıtlığının üstesinden gelmek için duygusal bir ortam geliştirmek ve böylece ortak bir düşman (komünizm) yaratarak Irak halkı ile Batılı güçler arasında kopmaz bir bağ yaratmak” amacının güdüldüğü açığa vuruluyor. Yine 1952’de İran’daki ABD Elçiliği’nden Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen “İran İçin Enformasyon Programı” başlıklı gizli yazıda da, “Batı ile yakın ilişkilerin en sağlıklı ve karlı yol olduğu propagandası”nın İran’da teşvik edilmesi kararlaştırılıyor.

“Devrimci ve Milliyetçi Güçleri Kazanın”
23 Temmuz 1954’te yayımlanan “Yakındoğu’da Amerikan Hedefleri ve Politikaları” başlıklı ABD Ulusal Güvenlik Konseyi raporunda ise, Ortadoğu’da ABD propagandasının hedefinin “kamuoyundaki Amerikan karşıtı dalgayı tersine çevirmek ve bölgedeki devrimci ve milliyetçi güçleri, Batı karşıtı olmayan ılımlı kanallara sevk etmek” olduğu açıkça ifade ediliyor. Nitekim Müslüman coğrafyada Komünizm’le mücadele stratejisi öncelikle Komünizm ile Siyonizm arasında yakın ve güçlü bağ olduğu yönündeki propagandayla etkin kılınmaya çalışılıyor. Ancak o tarihte bu taktiğin başarılı olmadığını yine ABD itiraf ediyor. Öyle ki 5 Nisan 1954 tarihli 120 no’lu gizli yazışmada, Irak’ta Komünizm ile Siyonizm arasında bağ kurmayı hedefleyen propagandanın beklenenden daha az etki yarattığı vurgulanıyor ve yeni hedefin milliyetçi güçler olduğu şöyle ifade ediliyor: “gazete makalelerinde ve broşürlerde, Komünizm’in Siyonizm yanlısı olduğu propagandası yerine “milliyetçilik düşmanı” olduğu propagandası işlensin.” 24 Temmuz 1958 tarihli 132 no’lu ABD Ulusal Güvenlik Konseyi memorandumunda ise ABD Haber Servisi Başkanı’nın şu sözlerine yer veriliyor: “ABD Ortadoğu’daki milliyetçi güçlerle uzlaşma yoluna girsin.”


Hedefe Ulaşmak: ABD Propagandası Feodalizm’le Kol Kola
Milli demokratik devrimini tamamlayamayan ülkelerde emperyalist propagandanın yaşam alanı bulduğunu, feodalizmin ve toprak ağalığının emperyalizmin en önemli müttefikleri arasında yer aldığını ABD gizli belgeleri açığa vuruyor. Nitekim 28 Nisan 1952’de İran’daki ABD Elçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen “İran İçin Propaganda Planı”nda, ABD propagandasının hedef kitlesi şöyle tanımlanıyor: “Yoksul, okuma yazma bilmeyen kırsal nüfus, siyasal ve iktisadi seçkinler, profesörler, öğretmenler, meslek sahipleri, mollalar ve diğer düşünce önderleri.” Görüldüğü üzere ABD, aydınlar üzerinden ideolojik hegemonya kurma ve kendi çıkarlarını herkesin çıkarı olarak yansıtma hedefi için feodalizmin yarattığı yoksulluk ve cehalet ortamından besleniyor. Zira hedef kitle içinde ilk sayılanlar, “yoksul, okuma yazma bilmeyen kırsal nüfus”. Bu da feodalizmle mücadelenin emperyalizmle mücadele anlamına geldiğini bir kere daha kanıtlıyor. Bu noktada 60 no’lu belgede, propaganda faaliyetlerinin başarıya ulaştırılması için “bilginin denetlenmesi ve yorumların yönlendirilmesi” gerektiği de vurgulanıyor. Nitekim Irak’ta bu programın adı şöyle konuluyor: Antikomünist Beyin Yıkama Programı (26 Mayıs 1953, 95 no’lu belge).

Basının Rolü
Amerikan çıkarlarını Ortadoğu’da hakim kılmak için geliştirilen ideolojik aygıtlar arasında, basın-yayın organlarının önemli yer işgal ettiği belgelerden anlaşılıyor. Örneğin 30 Kasım 1951 tarihli elçilik yazışmasında, ABD Dışişleri Bakanlığı’na, özel bir yayınevi sahibiyle kurulan işbirliğinin daha da güçlendirileceği bildiriliyor. 125 no’lu gizli yazışmada ise, “Kuveyt’te sol görüşlü, antiemperyalist içerikte kitaplar satan kitabevinin ve sahibinin acilen izlemeye alınması” talimatı veriliyor.
61 ve 96 no’lu belgelerde ise, İran’da gazetecilere para karşılığı Sovyetler Birliği karşıtı yazılar yazdırıldığı ilan ediliyor. 62 no’lu belgede ifade edilen “Irak’ta Propaganda Faaliyetleri” arasında ise, “Irak halkını Sovyet emperyalizminin tehditleri konusunda uyanık tutmak ve Batı ile askeri ittifak yapmaya ikna etmek amacıyla bir dergi çıkartılacağı” sayılıyor. 29 Ocak 1954 tarihli gizli yazışmada da, Irak’ta ABD’nin antikomünist yayın faaliyetlerinin deşifre olduğu, bu nedenle faaliyetlerin Iraklı yetkililer aracılığıyla yürütülmesi gerektiği vurgulanıyor.

Musaddık’ı Devirmenin Dayanılmaz Hafifliği
ABD Ulusal Güvenlik Arşivi’ndeki gizli belgeler, İran’da ulusalcı Musaddık yönetimini 1953’te deviren darbenin arkasında ABD’nin olduğunu bir kere daha gözler önüne seriyor. 2 Eylül 1953’te ABD’nin İran Elçiliği’nden yapılan gizli yazışmada şu sözlere yer verilmesi boşuna değil: “İran’da darbe, propaganda faaliyetleri için büyük olanaklar yaratacak.” 15 Eylül 1953 tarihli gizli yazışmanın başlığı ise “İran konusunda Medya Rehberliği”. Amaç darbe sonrasında propaganda faaliyetlerini güçlendirmek. 2 Ekim 1953 tarihli yazışmada ise, Musaddık sonrası Şah yönetimini başarılı kılmak için izlenmesi gereken propaganda taktikleri tartışılıyor. 114 no’lu belgede, ABD merkezli New York Times, Newsweek ve Time gibi yayın organlarının ABD propagandası açısından nasıl bir araç olarak görüldüğü de gözler önüne seriliyor. 7 Kasım 1953 tarihli söz konusu yazışmada şu ifadelere yer verilmiş: “İran’da ABD elçiliği, İngiliz ambargosu sonrası kötüye giden İran ekonomisinin durumundan Musaddık yönetimini sorumlu tutmak için New York Times, Time ya da Newsweek’de yayımlanmak üzere bir makale hazırlıyor.” Peki Musaddık kimdi ve ABD’nin İran’daki propaganda faaliyetlerine dönük nasıl bir tehdit oluşturuyordu? Muhammed Musaddık, İngiltere yönetimindeki Anglo-İran Petrol Şirketi’ni 1951’de millileştirmiş ve ardından İran’ın ulusalcı güçleriyle ve TUDEH’le işbirliği yaparak Ortadoğu’daki ABD ve İngiliz çıkarlarının gerçekleşmesini önlemişti. Dolayısıyla Musaddık ülkesinde halk desteğini arkasına alan bir liderdi. Musaddık ABD Devlet Başkanı Eisonhower’ın onay verdiği Ajax Operasyonu sonucunda, CIA ve İngiliz Gizli Servisi tarafından 1953’te devrilmişti. Musaddık’ı deviren darbenin CIA operasyonu olduğuna dair belgeler de ABD Ulusal Güvenlik Arşivi’nde yayınlandı.

Elçilikler: Psikolojik Savaş’ın “Diplomatik” CIA’ları
Musaddık’ı devirmeye dönük operasyondan ve sonrasında uygulanan yöntemlerden de anlaşıldığı üzere, ABD’nin antiemperyalist güçleri karalama kampanyalarını Ortadoğu’daki Amerikan Elçilikleri bizzat yönlendiriyor. Bu noktada Elçiliklere para ile köşe yazarlarını satın almak yetmiyor, bir de köşe yazarlarının “köşe”lerini satın alarak kendi hazırladığı yazıları yayımlatıyorlar. Bunu yine söz konusu belgelerdeki gizli yazışmalardan anlıyoruz. Örneğin 21 Ekim 1969 tarihli Beyaz Saray Memorandumu’ndaki şu ifadelere bakmak yeterli: “İran Şahı’nın ABD Başkanı Nixon’u öven ifadelerinin basında yer alması için “dost köşe yazarları”na ulaşılmalı”. Görüldüğü üzere Musaddık’ın devrilmesinden sonra iktidara gelen İran Şahı için ABD, “dost köşe yazarları”nı harekete geçiriyor. Emperyalizm’in izlediği taktikler, bu bakımdan süreklilik gösteriyor. ABD ve AB emperyalizminin dost köşe yazarlarının Türkiye’de para karşılığı emperyalizm adına propaganda yapan yazılar yazdıkları, zaten Karen Fogg’un e-postalarında kanıtlanmıştı. Karen Fogg da AB’nin Türkiye nezdindeki elçisiydi. Görülüyor ki emperyalizm, psikolojik savaş operasyonlarını elçilikler aracılığıyla yönetmeyi sürdürüyor.
Bir diğer ilgi çekici belge ise, 28 Eylül 1979 tarihinde CIA tarafından gönderilen “Sovyet karşıtı Gösteri” başlıklı not. Bu notta Hindistan’ın Yeni Delhi şehrinde CIA tarafından Sovyet karşıtı bir protesto gösterisi örgütlendiği ve gösteriyle amacın Afganistan’a yönelik Sovyet müdahalesini protesto etmek olduğu ifade ediliyor. Gerek gösterinin gerekse bunun Hint medyasına yansımasının rapor edildiği bu yazışma da, CIA’nın yöntemlerini açığa vurması bakımından oldukça önemli.

Not: Bu yazı 9 Temmuz 2006 tarihli Aydınlık dergisinde yayımlanmıştır.