30 Nisan 2007 Pazartesi

YENİ RAND/CIA RAPORU: "TÜRKİYE'DE AMERİKANCI İSLAM ŞEBEKESİ KURULMALI"


Deniz Yalçın

29 Nisan 2007 – AYDINLIK, sayfa. 20-21

2003 yılında yayımlanan Sivil Demokratik İslam adlı RAND/CIA raporunun paralelinde, “Ilımlı Müslüman Şebekeler İnşa Etmek” başlıklı 220 sayfalık bir rapor, geçtiğimiz günlerde yine RAND Corporation tarafından yayımlandı. Raporda yine Cherly Benard’nın da imzası var. Benard, 2003’te yayımlanan Sivil Demokratik İslam başlıklı raporda, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi için gerekli ideolojik zeminin Ilımlı İslam tasarımı ekseninde örgütlenmesini önermişti. Yeni yayımlanan bu rapor ise, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ekseninde İslam dünyasındaki siyasal-toplumsal cepheleşmeleri kendi müdahaleleri ve uzun vadeli stratejik çıkarları ekseninde biçimlendirme ve yaratılan bu cepheleşme üzerinden geniş bir “müttefik kadrosu” yaratma arayışlarına dönük stratejik ve taktik hedeflerini sistemleştiriyor. Öte yandan “sivil”, “demokrat” ve “dindar” bir cumhurbaşkanı tarifi yapan Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın bu tanımlamasında Sivil Demokratik İslam raporunun argümanlarını kullanmış olması da, yeni yayımlanan raporu, 2003 tarihli rapor kadar önemli kılıyor.
Yeni raporda dikkat çeken üç temel unsurdan söz etmek mümkün.


Akışı Tersine Çevirmek
Birincisi, ABD radikal İslamcı akımların Arap Yarımadası’ndan kaynağını aldığını ve buradan doğup Büyük Ortadoğu’ya yayıldığını saptıyor. Buna karşı geliştirdikleri öneri, akışı tersine çevirmek. Yani, radikal İslam’ın Arap Yarımadası’ndan çevreye yayılmasına karşı, güçlendirilen Ilımlı İslam’ın çevre ülkelerden Arap Yarımadası’na yayılması. Rapor’da Türkiye’nin ve özel olarak da AKP’nin ABD projesi açısından taşıdığı önem burada belirginleşiyor. Zira RAND/CIA Raporu, kendi ifadeleriyle “odak noktasının Ortadoğu’dan, daha özgür bir ortamın bulunduğu, aktivizme ve etkiye daha açık bir çevreye sahip ve başarı şansının daha muhtemel olduğu Müslüman bölgelere kaydırılmasını öneriyor.”
Bu anlamda tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir “fikir savaşı” başlatmanın gerekliliğine işaret eden rapor, Avrupa’daki Müslüman diasporayı, Güneydoğu Asya müslümanlarını bu bölge içinde değerlendiriyor ve ardından sadece bir ülkenin adını geçiriyor: Türkiye.

“Ilımlı İslamcı Proje, Ulus Devletin Sonu” itirafı
Raporda, Ilımlı İslamcı şebekelerin inşa edilmesinin ABD’nin uzun vadeli stratejik hedeflerine ulaşmasını kolaylaştıracağı ifade ediliyor. Bu aşamada bir diğer önemli nokta, Soğuk Savaş döneminde CIA tarafından kullanılan taktiklere atıf yapılırken, yeni tehdidin Soğuk Savaş dönemine göre önemli bir açıdan farklılık gösterdiğinin saptanmış olması. O da, geçmiş dönemin aksine tehdidin coğrafi sınırlarla hapsedilmiş bir ulus devleti aşacak biçimde, asimetrik ve uluslar arası ağlara sahip bir nitelikte olması. ABD, yarattığı tehdit algısı üzerinden “ulus devlet”in işgöremez olduğu fikrini yaygınlaştırmanın yollarını arıyor. Sonuçta rapordan, Ilımlı İslam’ın inşasının ulus devletin tasfiyesi sürecini tamamlayacağı itirafı çıkıyor.
Raporun yaşamsal önem verdiği üçüncü konu, Ilımlı İslamcı şebekelerin inşa edilmesi sırasında kimlerin doğal müttefik olduğu ve kimlerin ABD’nin “sivil demokratik İslam” cephesine devşirileceği sorunu. Rapora göre ABD’nin doğal müttefiki Fethullah Gülen.

RAND/CIA Raporu: “Fethullah Gülen, ABD’nin Doğal Müttefiki”
Raporun 70. sayfasında, “Batı, radikal İslamcı akımlara karşı, laiklik yanlılarından, liberal Müslümanlardan ve Sufi geleneğini sahiplenen ılımlı gelenekçilerden müttefikler edinebilir” ifadesi yer alıyor ve gelenekçilerle Sufiler’in Müslümanlar arasında çoğunlukta olduğu vurgulandıktan sonra, bu akımların Batı’nın doğal müttefikleri olduğu 73. sayfada açıklanıyor. Batı’nın bu söz konusu doğal müttefikleri arasında ismi verilen tek kişinin Fethullah Gülen olması ise rastlantı değil. Rapor, bu noktadan sonra Fethullah Gülen’in ABD açısından taşıdığı öneme geniş yer ayırıyor. Rapordan alıntılıyoruz:
“Türkiye’den dini lider Fethullah Gülen, modern Sufi ılımlı İslam’ı teşvik ediyor.. Gülen, diyalog ve hoşgörü yaklaşımını Hıristiyanları ve Yahudileri kapsayacak biçimde genişletiyor. Kaldı ki Gülen, İstanbul’daki Ekümenik Patrik Bartholomeos ile iki kez görüştü, 1998’de Papa’yı Roma’da ziyaret etti ve İsrail’den dini liderlerin ziyaretini kabul etti.”
Rapor’da Gülen’in İslam’ın ılımlı yorumunu gerçekleştirerek Arap dünyasından ayrıldığı belirtiliyor. Bu nokta, ABD’nin ılımlı İslamcı şebekeler üzerinden Arap yarımadasına sızma taktiği açısından Gülen’e atfettiği rolü açığa vuruyor. Ancak raporun 89. sayfasında, Gülen’in Ilımlı İslamcı yaklaşımının Arap yarımadasında bu haliyle zor kabullenileceği belirtiliyor, yerel motiflerin Gülen’in yaklaşımındaki ağırlığının bu yaklaşımın Ortadoğu’da propagandasının yapılmasını ve küreselleştirilmesini zorlaştırdığı vurgulanıyor. ABD’nin Türkiye merkezli dinlerarası diyalog ve yeni din yaratma arayışlarının arkasında bu zorlukların aşılması hedefinin de bulunduğu böylece ortaya çıkıyor.


Potansiyel Müttefikler
ABD açısından Ilımlı İslam projesinde potansiyel müttefikler, liberal, Müslüman akademisyenler. Bu kesim, özellikle Ilımlı İslamcı bir uluslar arası fikir bloğu oluşturulması açısından önemseniyor. Ancak esas rol, genç ve ılımlı din adamları ile müttefik cemaatlerin aktivistlerine yüklenmiş. Bu kesime, ılımlı İslamcı akademisyenlerin fikirlerini sokağın, cemaatin diline tercüme etme, fikirleri tabana yayma görevi veriliyor. Camilerde bu propagandanın yürütülmesinin zorunluluğu açıkça ifade ediliyor.
Öte yandan bazı gazetecilerin, yazarların ve iletişimcilerin sözde radikal İslamcı özde ise Amerikan karşıtı toplumsal kanaati tersine çevirmek için kullanılacakları ve potansiyel müttefik olarak desteklenecekleri de raporda açıkça ifade ediliyor. Dolayısıyla bu raporda yapılması gerektiği söylenerek yazılanlar, yapılanların bir listesi aynı zamanda. Ama yapılanların hangi merkeze dayandığını göstermesi bakımından bu raporlar, büyük önem taşıyor.
Sonuç olarak ABD, Haçlı İrtica projesinde Türkiye’yi hedefe koyduğunu bu raporla da açıkça itiraf ediyor. Ülkemizde siyasal-toplumsal cepheleşmenin ABD karşıtlığı üzerinden gelişmesini engellemek adına yapay bir radikal İslam-Ilımlı İslam cepheleşmesi yaratmaksa, hedefin saptırılması arayışlarına denk düştüğü kadar; TSK karşıtı, “sivil ve demokratik” etiketi ile beslenen AKP cephesine farklı kesimlerden müttefikler devşirilmesine de kapıyı aralıyor. Bu nedenle, önce İslamcı kadrolardan Amerikancı müttefikler devşiren ve AKP’yi oluşturan ABD’nin, yaratmaya çalıştığı “sivil-darbeci” ikilemi üzerinden sahte sol parti ve sendikaları, İkinci Cumhuriyetçi kadroları ABD Büyükelçisi’nin arkasında sıralamasının ve 14 Nisan pratiğinin dışına savurmasının mantığı, bu yeni RAND/CIA raporu okunduğunda daha iyi anlaşılıyor.

25 Nisan 2007 Çarşamba

SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZ, BOP GÖREVLİLERİ ÇANKAYA'YA ÇIKAMAZ


Sayın Cumhurbaşkanımız,

24 Nisan 2007 tarihli AKP Meclis Grubu toplantısında, AKP’nin cumhurbaşkanı adayının Abdullah Gül olduğu Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilan edilmiştir. Cumhuriyet tarihimizde görülmedik biçimde, demokrasinin temel değer ve ilkelerini zedeleyen bir yöntemle cumhurbaşkanlığı seçim sürecini yönetmeyi amaçlayan AKP’nin devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı en büyük karşı devrimci hamle ve kalkışmayı yapmaya hazırlandığı ortaya çıkmıştır. Söz konusu tehdidin boyutlarını, siz de 13 Nisan 2007 tarihli konuşmanızda ifade ettiniz ve rejimin Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar büyük bir meydan okuma ile karşı karşıya kaldığını belirttiniz.
Milletimizin de bu duyarlılığı taşıdığı, 14 Nisan’da Tandoğan Meydanı’nda gerçekleştirilen görkemli demokratik eylem aracılığıyla ortaya çıkmıştır. Tandoğan’da tehdidin ABD ve AB kaynaklı olduğu saptanmış; sloganlara, pankartlara Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlarının Çankaya’ya çıkamayacağı anlayışı damgasını vurmuştur. 14 Nisan Mitingi’nde, Çankaya’nın savunulması ile vatan savunması mevzisi iç içe geçmiştir. Bu iki mevziinin ayrı düşünülmeleri mümkün değildir.

Sayın Cumhurbaşkanımız,
7. yılını doldurmakta olduğunuz göreviniz süresince gösterdiğiniz hukuksal demokratik direnç, AKP ve onun arkasında sıralanan iç ve dış güç odaklarına karşı milletimizin direncini de diri tutmuş ve bu direnç 14 Nisan’da kendisini açığa vurmuştur. 14 Nisan mitingi aracılığıyla bir kere daha görülmüştür ki; Çankaya kriteri, aynı zamanda bağımsızlığa, Atatürk devrimlerine sahip çıkma kriteridir. Bu nedenle Abdullah Gül’ün adaylığının açıklanması, 14 Nisan’da ortaya çıkan “dip dalgası”na ABD merkezli bir meydan okuma olarak görülmelidir. Cumhuriyetimize, milli iradeye ve bağımsızlığımıza yönelik bu sistemli meydan okumayı bertaraf etmekse sizin elinizdedir.

Sayın Cumhurbaşkanımız,
Sizin de bildiğiniz üzere, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 104. maddesine göre “Cumhurbaşkanı, Devletin başıdır”. Ulusal Egemenlik Haftası’nı kutladığımız şu günlerde, bir milli devrim ve bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin başına, çeşitli tarikat yapılarının ve ABD’nin üzerinde uzlaştığı ve başka bir devletin projesinde görevli olduğunu ilan eden bir ismin geçmesi karşı devrimci saldırının en açık uzantısı olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin başına Amerikan bezinden imal edilmiş bir çuval geçirilmek istendiği açıktır. 11 Eylül saldırıları sonrasında oluşan konjonktürde, ABD’nin saldırı stratejisini Ortadoğu’ya odaklaması ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni de bu çerçevede yürürlüğe koyması sonucunda iktidara taşınan AKP’nin, meşruiyetini/gücünü ABD’nin söz konusu projesine bağlılıktan ve toplumun çıkarlarıyla taban tabana zıt konuma savrulan çeşitli medya ve sömürü düzeni patronlarından aldığına dair hiçbir kuşku kalmamıştır. İktidarda kalmak için ABD’nin ve onun güdümündeki bazı kalemşörlerin desteğine muhtaç durumda olan bu partinin ABD’ye ödemekte olduğu bedeller, Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını ortadan kaldıracak niteliktedir. Bu nedenle, varlığını ABD’ye borçlu olan bir partinin mensubu olan ve ABD’nin çıkarları adına yürürlüğe konulan Büyük Ortadoğu Projesi’nde görev alan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına taşınmak istenmesi, açık bir meydan okumadır ve bu tehdit asla küçümsenemez. Kaldı ki AKP, Atatürk’ün Çankaya’sını şeyhler, tarikat müritleri ve ABD tarafından teslim alınmış bir kaleye çevirmek üzereyken bu tehdit hiç küçümsenemez. Türkiye’de gericiliği ve bölücülüğü desteklediği açığa çıkmış olan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne destek vererek meşruiyet arayan siyasal kadroların ulusumuz nezdinde meşru olamayacakları açıktır. ABD nezdinde meşru olanın, ulusumuz nezdinde meşru görülmesi imkanı kalmamıştır. Ulusumuzun %92’sinin ABD politikalarına karşı olduğu bizzat ABD merkezli araştırma merkezleri tarafından saptanmışken, ABD projesinde görevli olduğunu ilan eden bir ismin bu projedeki görevine dayanarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin başına geçmesi; milli iradenin değil, ABD iradesinin tecellisi olacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanımız,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fas’tan Pakistan’a uzanan coğrafyanın sınırlarını değiştirme ve çökmekte olan ABD’nin küresel hakimiyetini pekiştirme arayışlarının uzantısı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nde eşbaşkan sıfatıyla görevli olduğunu yazılı ve görsel basında defalarca ifade etmiştir. Şimdi Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, bu projede görevli olduğunu açıklamış ve 3 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile “2 sayfa ve 9 maddelik gizli bir antlaşma yaptığını” 24 Mayıs 2003 tarihinde Vatan gazetesinde yer alan söyleşisinde itiraf etmiştir.
Abdullah Gül, 14 Mart 2006 tarihli Radikal Gazetesi’nde yer alan demecinde ise, “BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz” ifadesini kullanmış ve iktidara Büyük Ortadoğu Projesi nedeniyle getirildiklerini açıklamıştır. (Bkz., “Gül: BOP içinde ABD ile Birlikte Hareket Ediyoruz”, 14 Mart 2006, Radikal Gazetesi, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181295 )

Sayın Cumhurbaşkanımız,
Anayasa’nın 103. maddesinde yer alan Cumhurbaşkanlığı yemini, sizin de bildiğiniz gibi şöyledir: "Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine and içerim."

Sayın Cumhurbaşkanımız,
Başka bir devletin projesinde görevli olduğunu itiraf eden bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda TC Anayasası’nın 103. maddesinde ifade edilen Cumhurbaşkanlığı yeminine riayet etmesi mümkün müdür? İçinde Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyanın sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde görevli bir kimse, Cumhurbaşkanı sıfatıyla “devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağı”na yemin ettiğinde inandırıcı bulunacak mıdır?
Anayasa’da Devletin başı olduğu ifade edilen Cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişinin aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD ile birlikte hareket ettiğini açıklamış olması kabul edilebilir bir durum değildir. Devletin başı konumundaki cumhurbaşkanlığı makamına ABD’nin oturtulması asla kabul edilemez.

Sayın Cumhurbaşkanımız,
Türkiye Cumhuriyeti devletinin başına başka bir devletin görevlisinin geçmesinin anlamı açıktır. Bu yıkımı engellemek sizin elinizdedir. Anayasa’nın 104. maddesinin b bendi, “Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmeyi veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırma”yı yetkileriniz arasında saymaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını ve bağımsızlığını korumak adına yemin etmiş ve bu sorumluluğu bugüne kadar üst düzeyde yerine getirmiş Cumhurbaşkanımız olarak, milletimiz sizden Bakanlar Kurulu’nu başkanlığınız altında toplantıya çağırmanızı, bu toplantıda erken seçim kararı almanızı ve cumhurbaşkanını yeni seçilecek Meclis’in seçmesini sağlamanızı beklemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, bağımsızlığı, ulusal egemenliğimiz ve demokrasimiz bu en büyük meydan okuma karşısında sizden son ve en önemli görevi beklemektedir.

Saygılarımla

DENİZ YALÇIN

15 Nisan 2007 Pazar

ENERJİ KORİDORUNDA ÇİN-ABD DENİZ SAVAŞINA DOĞRU MU?


DENİZ YALÇIN

AYDINLIK – 8 NİSAN 2007


ABD, İran Körfezi’nden Çin Denizi’ne uzanan bölgedeki stratejik enerji geçiş boğazlarının denetimini elde tutarak Çin'in yükselişini kendisine bağımlı kılmayı ve enerjinin denetimini elinde tutmayı amaçlıyor. Ekonomik olarak çöküşe geçen ABD’nin hegemonik konumunu sürdürmek için elinde kalan tek seçenek, bu bölgelerin askeri denetimini elde tutmak. Dolayısıyla ABD ile Çin arasında denize ve enerjiye bağlı çelişmeler, haritada sarı daire içinde gösterilen üç boğaz ekseninde düğümleniyor. Bu boğazlar, Kızıl Deniz’i Hint Okyanusu’na bağlayan Bab-al Mandab, Çin’e ulaşan petrolün geçiş yaptığı Malacca Boğazı ve İran Körfezi’nden hareket eden petrol tankerlerinin dünyaya erişimini sağlayan Hürmüz. Bu üç boğaz üzerinde yürütülen deniz mücadelesinde ABD, bu boğazlara kıyısı olan ülkelerde Amerikan karşıtı olan yönetimleri devirmeyi ve böylece enerji temini bakımından Çin’i kendisine bağlamayı amaçlıyor.
Bab-al Mandab Boğazı’na Somali, Cibuti ve Yemen’in kıyısı var. ABD bu ülkelerde terörizmle mücadele bahanesine dayanarak askeri varlığını arttırıyor. Bu çerçevede ABD, Cibuti’de bir askeri üs kurmuştu. Yemen ise, BOP’ta Tayyip Erdoğan ile birlikte eşbaşkanlık görevinde. Dolayısıyla ABD açısından en büyük tehdit Somali’ydi. Geçtiğimiz ay ABD’nin Etiyopya Ordusu aracılığıyla Somali’ye başlattığı askeri operasyon ve bunun sonucunda Somali’deki Amerikan karşıtı yönetimin devrilmesi, hep bu stratejinin uzantısıydı. Bu boğaz, Sudan petrolünün Çin’e ulaşmasını sağlıyor. ABD, Sudan’a petrol ambargosu uyguluyor. Bu nedenle Sudan petrollerinin en büyük alıcısı Çin. Dolayısıyla ABD bu boğazın askeri denetimini ele geçirerek, Çin’in enerji geçiş hattının denetimini de ele geçirmeyi hedefliyor.
Malacca Boğazı’nın Çin açısından önemi büyük, zira gerek Bab-al Mandab’dan gerekse Hürmüz’den çıkış yapan ve Çin’e petrol taşıyan tankerlerin geçiş yapabildiği en uygun ve en az maliyetli boğaz Malacca. Haritada bu hat, mavi şeritle gösteriliyor. Dolayısıyla Çin’in donanmasını kuvvetlendirmesi ve bu çerçevede geliştirdiği “İnci Şeridi Stratesi”ne uygun olarak Gwadar, Bangladeş, Birmanya, Tayland ve Kamboçya’da askeri limanlar inşa etmesi, rastlantı değil. Bunun anlamı açık: Çin, ABD’nin deniz egemenliği stratejisine karşı harekete geçti. Yani ABD ile Çin arasında enerji güvenliğine bağlı olarak gizli bir savaş başlamış durumda.

ABD’li komutan: “Burada Çinlileri görmeye alışık değiliz”
Son gelişmeler de bu tahlili doğruluyor. 1 Nisan tarihli Sunday Telegraph’ın haberine göre, bu yönde ilk gelişme geçtiğimiz Ekim ayında yaşandı. Haberde, Çin denizaltısı ile ABD uçak gemisinin Ekim 2006'da çatışmanın eşiğinden döndüğü belirtiliyor ve ABD yetkililerinin "bu mavi sularda Çinlileri görmeye alışık değiliz, hazırlıksız yakalandık" sözleri aktarılıyor.[1] Bu oldukça önemli bir gelişme, çünkü ABD'nin Pasifik'teki USS Kitty Hawk uçak gemisi, 1942'den bu yana bu bölgede ilk kez bir meydan okuma ile karşılaşıyor. Öte yandan “Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü” adlı önemli yapıtın yazarı Paul Kennedy, 5 Nisan tarihli International Herald Tribune’de yayımlanan makalesinde, Çin’in donanmasını kuvvetlendirmesinin önemine değinerek şu bilgiyi veriyor: “Geçtiğimiz ay ABD Senatosu Araştırma Birimi “Çin Donanmasının Modernizasyonu: ABD Donanması Açısından Yansımaları” başlığını taşıyan 95 sayfalık bir rapor yayınladı. Raporda ortaya konulan bilgiler etkileyici. Belki de en önemli gerçek, ilk dipnotta verilmiş. Buna göre 2010’da Çin’in denizaltı gücü, ABD’nin denizaltı gücünün iki katına ulaşmış olacak. Ve 2015’e gelindiğinde Çin donanması bütün bileşenleriyle birlikte ABD donanmasının kapasitesini geride bırakmış olacak.”[2]

İran'ın ABD-Çin Çelişmesindeki Stratejik Konumu
ABD ile Çin arasında bu üç stratejik boğaza bağlı deniz rekabetinin yakın planda etkilerini hissettirdiği ve koşulların ABD açısından giderek olumsuz bir pozisyona geldiği sahne ise İran. Yüzünü Çin’e dönen İran, dünya petrol üretiminin %40’ını sağlayan Körfez ülkelerinin petrolü tankerlerle dünya piyasasına ulaştırmalarının tek yolu olan Hürmüz Boğazı’nın denetimini elinde tutuyor ve Çin, Gwadar limanı aracılığıyla bu bölgede ABD donanmasının karşısına dikilmiş durumda. Gelişmeler bununla da sınırlı değil.

Çin, İran Petrolünü Euro ile Alıyor
Bilindiği üzere İran geçtiğimiz yıl, petrol fiyatlandırmasındaki ABD-İngiltere tekelini kırmak için bir petrol borsası kurmuş ve petrol satışlarını bundan böyle dolar dışındaki uluslararası rezerv para birimleriyle çeşitlendireceğini açıklamıştı. Bu konuyu geçtiğimiz yıl Aydınlık’ta ele almıştık.[3]
Bu eksende çok önemli bir gelişme, geçtiğimiz haftaya damgasını vurdu. 27 Mart tarihli The Scotsman gazetesinin Reuters’ten aktardığı habere göre, İran petrollerinin en büyük alıcısı olan Çin devlet şirketi Zhuhai Zhenrong Corp, 2006 yılının son günlerinden itibaren ödemelerini dolar yerine euro ile yapmaya başladı.[4] Bu son gelişme, ABD yönetimini harekete geçirecek nitelik taşıyor; çünkü ABD emperyalizminin bugün en yumuşak karnı, ABD'nin devasa cari açığını sürdürmesini sağlayan mevcut petro-dolar sistemi ve ABD Doları'nın uluslararası rezerv para birimi olma niteliği. ABD, bugün trilyon dolarlık cari açığını bu sistem sayesinde sürdürüyor. Sistem, sürekli dolar basmaya dayalı. Dolayısıyla ABD’nin cari açığını finanse edebilmesinin tek yolu, doların uluslar arası petrol ticaretinde rezerv para birimi niteliğini korumasının sağlanması. İşte bu bakımdan Çin'in İran petrolünü euro ile satın alma kararı ABD ekonomisini tehdit ediyor. Çünkü Çin'in ve İran’ın uluslararası rezervlerini giderek euro ile güçlendirme ve petrol ticaretinde doların egemenliğini kırma arayışları, ABD dolarının rezerv para olma niteliğini yitirmesi ve sonuçta ABD ekonomisinin iflası anlamına geliyor.[5] ABD'nin petro-dolar sistemine dönük bu en sistemli ve en güçlü meydan okuma, ABD'yi İran yönetimiyle ve İran nezdinde Çin ile hesaplaşmaya itiyor.

Gaz OPEC’i
ABD'yi İran'a karşı tutumunu sertleştirmeye iten son gelişmeyse Rusya, İran, Venezuela, Cezayir ve Katar devlet başkanlarının 9 Nisan'da doğal gaz alanında bir OPEC oluşturmak için bir araya gelme kararı almış olmaları.
Proje fikrinin mimarı İran. Rusya bu fikre destek veriyor.[6] Bunun anlamı açık. Uluslar arası enerji kurumlarının raporlarına göre, ABD'nin önümüzdeki yıllarda doğal gaz ihtiyacının daha da artacağı öngörülüyor. Böyle bir birlik, petrolde olduğu gibi doğalgazda da ABD'nin enerji denetimini tamamen Asya güçlerinin eline bırakması anlamına geliyor. Bütün bu gelişmeler, ABD ile Asya güçleri arasındaki çelişkilerin ulaştığı boyutları göstermesi bakımından büyük önem taşıyor.

denizyalcin7@yahoo.com


[1] “China is accused of fuelling Pacific arms race”, Sunday Telegraph, 2 Nisan 2007, http://www.telegraph.co.uk/news/main.jhtml;jsessionid=WSNCJIYOH3DSLQFIQMGCFFOAVCBQUIV0?xml=/news/2007/04/01/warms01.xml

[2] Paul Kennedy, “The Rise and Fall of Navies”, International Herald Tribune, http://www.iht.com/articles/2007/04/05/opinion/edkennedy.php


[3] Bkz., Deniz Yalçın, “ABD’nin Korkulu Rüyası Gerçek Oluyor: Petrodolar’ın Sonunu Avrasya Getiriyor”, Aydınlık, 4 Haziran 2006, http://www.antiemperyalizm.org/gercek/gazete/article_1460.shtml


[4] Chen Aizhu, “China shifts to euros for Iran oil”, The Scotsman, 27 Mart 2007, http://business.scotsman.com/latest.cfm?id=474362007



[6] “Gas in the Face”, Kommersant, 29 Mart 2007, http://www.kommersant.com/p753021/r_527/gas_OPEC,_Russia,_Qatar

6 Nisan 2007 Cuma

ABD-PAKİSTAN DENKLEMİ, DEĞİŞEN DENGELER VE HEDEFTEKİ İRAN


Not: Bu harita, Heartland: Eurasian Review of Geopolitics adlı e-derginin sitesinden alınmıştır. Olası İran Savaşı'na ilişkin senaryoları sergileyen harita, özellikle Belucistan ve Gwadar'ın İran'a saldırı planlayan ABD açısından ne anlam ifade ettiğini göstermesi bakımından aşağıdaki yazı ile birlikte dikkate alınmalıdır.
DENİZ YALÇIN

AYDINLIK - 1 Nisan 2007


ABD yönetimi Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref üzerindeki baskıyı arttırdı. Bu baskıların ilk işaretini, Şubat ayında Pakistan’ı ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney vermişti. Cheney bu ziyaretinde Müşerref’i Taliban ve El-Kaide’ye karşı mücadele etmemekle suçladı ve bunun sürmesi durumunda, Bush yönetiminin 300 milyon dolarlık askeri yardımı askıya alacağını açıkladı. Dolayısıyla Cheney, Afganistan’daki yenilginin faturasını Müşerref’e kesti.[1] Nitekim ABD dış politikasına yön veren merkezlerde de Ocak ayından bu yana Müşerref’in devrilmesi fikri ağırlık kazandı.
Örneğin CIA’ya yakın RAND Corporation’dan Seth G. Jones ve John Gordon’un imzasını taşıyan yazıda, Pakistan’ın ABD’nin terörle savaş stratejisine zarar veren ölü bir müttefik olduğu ifade edildi.[2] Yine Dış İlişkiler Konseyi (CFR) tarafından 19 Mart’ta yayımlanan analiz yazısının başlığı da farklı değildi: “Müşerref İçin Yargı Zamanı”.[3]
Bir diğer etkin dış politika kurumu CSIS’in yayın organı The Washington Quarterly’de yayımlanan makalede de, ABD’nin Pakistan stratejisini gözden geçirmesinin zamanının geldiği ve Müşerref’in ABD stratejisi açısından bir engel oluşturduğu ifade edilmekteydi.[4] RAND, CFR ve CSIS üçlüsü tarafından ortaklaştırılan bu yeni tutuma bir destek de İngiliz Savunma Bakanlığı’na bağlı Savunma Akademisi tarafından kaleme alınan ve BBC’ye sızdırılan rapordan geldi. Söz konusu raporda Afganistan’da yenilginin faturası Pakistan’a kesiliyor ve Pakistan İstihbarat Örgütü’nün Taliban’ı desteklediği belirtiliyor. Raporun çözüm önerisi ise açık: “Pakistan’ın terörizmi teşvik etmesini engellemek için istihbarat örgütü dağıtılmalı ve Müşerref’in başında olduğu askeri yönetime son verilmeli.”[5]
ABD’nin Pakistan’ı İran’a karşı kullanmak için yeni taktikler geliştirmesinin ardından yeni plan da devreye sokuldu. 26 Mart tarihli Sunday Telegraph’ta yayımlanan habere göre, Pakistan’ın eski başbakanları Benazir Butto ve Nawaz Şerif, güçlerini birleştirmeye ve Müşerref’i devirmeye karar verdi.[6] Sürgündeki iki eski başbakan hem Körfez ülkelerini hem de Hindistan’ı bu projeye destek vermeye çağırdı.[7] Bu yeni seçenek, ABD’nin Müşerref’i köşeye sıkıştırma taktiğinde öne çıkarıldı.

Müşerref Neden Hedefte?
ABD, Müşerref’i devirme planlarına gerekçe olarak Müşerref’in “terörizme karşı savaş”ta başarısız olmasını gösterse de, gerçek neden bu değil. Esas yanıt “Özgür Belucistan”da gizli. ABD, Çin’in Gwadar limanı aracılığıyla Ortadoğu’ya inmesinin yarattığı meydan okumanın farkında. O nedenle ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan Yeni Ortadoğu haritasında “Özgür Belucistan” adıyla yaratılacak devlette sadece Gwadar şehrinin işaretlenmiş olması rastlantı değil. Bunun stratejik bir anlamı var. Ayrıca, Müşerref’in Çin ile ilişkilerini geliştirmesi ABD açısından büyük bir rahatsızlık kaynağı. Dolayısıyla ABD önce Müşerref’i bu yeni taktikle köşeye sıkıştırarak İran ve Çin düşmanlığı konumuna çekmeyi; bunu başaramazsa Müşerref’i devirerek, yönünü ABD planlarına dönecek bir hükümeti başa geçirmeyi hedefliyor.
Müşerref’i devirme ve Ortadoğu’yu Orta Asya’ya bağlayacak bir “Özgür Belucistan” kurma planlarının gerisinde yatan temel etmense, ABD’nin İran planı. ABD, İran’a dönük bir askeri operasyonda Pakistan’ın Belucistan bölgesini üs olarak kullanmayı amaçlıyor. Nitekim ABD’nin silahlandırdığı ayrılıkçı gruplar, bu bölgeden İran’a sızma operasyonlarına başlamış durumda. Pakistan İstihbarat Örgütü’nün eski başkanı Orgeneral Hamid Gül’ün yaptığı şu açıklama da, ABD’nin Müşerref’e dönük tehditlerinin arkasında hangi planların yattığını kanıtlıyor: “ABD, Afganistan’daki başarısızlığının faturasına Pakistan’a kesmek ve İran’a saldırısında Belucistan bölgesini kullanmak için yeni taktikler uyguluyor. Çünkü Müşerref, İran’a dönük ABD saldırısında topraklarının kullanılmasına izin vermiyor.”[8]

“ÖZGÜR BELUCİSTAN”IN SIRRI
“Özgür Belucistan”ın sırrı da burada saklı. Müşerref, yönünü Çin’e dönmüş ve İran’la ilişkilerini güçlendirmiş durumda. Ayrıca İran-Pakistan-Hindistan hükümetleri bu üç ülkeyi birbirine bağlayacak bir doğalgaz boru hattı anlaşması imzaladı. ABD bu hatta karşı çıkıyor. Çünkü bu stratejik boru hattı, İran gazının Asya pazarına açılmasına ve Hindistan’dan Çin’e uzatılacak boru hattı ile Asya’nın ortak enerji piyasasının ABD denetiminden tamamen çıkarak oluşmasına imkan veriyor. İran, Pakistan ve Hindistan hükümetleri, ABD’nin tüm tehditlerine rağmen proje için düğmeye bastı. [9] ABD için bu hattı engellemenin iki yolu var: Birincisi bu ülkelerde yönetimlerin değişmesini sağlamak. İkincisi ise, boru hattının içinden geçeceği Belucistan bölgesinde kukla bir devlet kurmak.

İRAN HÜRMÜZ’Ü KAPATIRSA
ABD’nin İran planı açısından Belucistan bölgesi nasıl bir stratejik öneme sahip?
Bunun yanıtı, yukarıdaki haritada saklı. İran’a dönük olası bir saldırıya ilişkin senaryoları gösteren bu haritadan da anlaşılacağı üzere, İran karşıtı sızmalar için en ideal bölge Belucistan. Bu bölgenin denetiminin ele geçirilmesi yoluyla ABD, İran’ın ekonomik gücünü de kırmayı amaçlıyor. İran’ın enerji ihracatının engellenmesi anlamına gelen bu sıkıştırma arayışı, Tahran yönetimini güçsüz bırakma ve diğer etnik grupları ayaklandırma stratejisi ile bağlantılı. Öte yandan Yeni Ortadoğu haritasında gözden kaçan bir diğer nokta da, İran’ın Chabahar limanının da “Özgür Belucistan” sınırları içinde gösterilmesi. Bu liman stratejik açıdan büyük önem taşıyor. ABD, İran’a dönük bir saldırı başlatması durumunda, dünya petrollerinin %40’ının tankerlerle geçiş yaptığı Hürmüz Boğazı’nı İran’ın kapatacağını hesaplıyor. Çin Radyosu’nun haberine göre uzmanlar, Hürmüz Boğazı'nın üç ay süreyle kapatılması ve İran'ın petrol satışını durdurması halinde ABD'nin gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 5 düşeceği, işsizlik oranının da yüzde 2 oranında yükseleceği tahmininde bulunuyorlar.[10] İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda da, Çin’e ihracatını Chabahar limanı aracılığıyla sürdürebiliyor.
ABD, İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda, İran ekonomisinin de bundan etkilenmesini istiyor. Böylece Tahran yönetiminin Hürmüz Boğazı’nı kapatmaya cesaret edemeyeceği düşünülüyor. ABD bunun için Arap Denizi’nin çıkışını da denizden denetlemek zorunda. Bu sayede denizden de İran’ın enerji ihracatını engellemeyi hedefliyor. Bu noktada en büyük engel Gwadar limanı ve Çin’in buradaki askeri varlığı. Çin’in burada savaş gemilerini bulundurma amacı, ABD’nin Çin’e dönük enerji sevkiyatını engellemesine karşı deniz güvenliğini sağlamak. Yani tablo net: İran’ı hedefe koyan ABD’nin bu ülkenin nükleer silah geliştirdiği bahanesine sarılması, resmin sadece görünen yüzü. Geri plandaysa büyük bir savaş başlamış durumda.

denizyalcin7@yahoo.com
[1] Carin Zissis, “Cheney Presses Pakistan”, CFR, 27 Şubat 2007, http://www.cfr.org/publication/12716/
[2] Seth G. Jones ve John Gordon IV, “Flagging Ally: Pakistan’s Lapses Are Hurting the War on Terror”, 14 Ocak 2007, RAND CORPORATION, www.rand.org/commentary/031807SDUT.html
[3] “Judgement Time for Musharraf”, CFR, 19 Mart 2007, http://www.cfr.org/publication/12890/judgment_time_for_musharraf.html
[4] Craig Cohen ve Derek Chollet, “When $10 Billion Is Not Enough: Rethinking U.S. Strategy toward Pakistan”, The Washington Quarterly, Cilt: 30, Sayı: 2, Bahar 2007, http://www.twq.com/07spring/docs/07spring_cohen-chollet.pdf
[5] Harsh V. Pant, “Pakistan’s Strategic Goals and the Deteriorating Situation in Afghanistan”, PINR, 23 Mart 2007, http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=632&language_id=1
[6] Tim Shipman ve Massoud Ansari, “Bhutto and Aharif Plan Return From Exile in a Pact to Topple Musharraf”, Sunday Telegraph, 26 Mart 2007, www.telegraph.co.uk/news/main.jhtml?xml=/news/2007/03/25/wpak25.xml
[7] Qamar Jabbar, “Nawaz Seeks Gulf Help for Family’s Return”, Daily Times, 27 Mart 2007, http://www.dailytimes.com.pk/default.asp?page=2007\03\27\story_27-3-2007_pg1_2
[8] “US Pressurizing Pak to Get its Support for Attack on Iran: Gul”, Pak Tribune, 5 Mart 2007, http://www.paktribune.com/news/index.shtml?170916
[9] “Pakistan, India to soon finalise IPI gas pipeline”, Pakistan Link, 29 Mart 007, http://www.pakistanlink.com/Headlines/March07/29/09.htm
[10] “İran Nükleer Sorununu Çözecek En İyi Yol, Görüşme”, Çin Radyosu Türkçe Servisi, 25 Ağustos 2006, http://turkish.cri.cn/1/2006/08/25/1@55811.htm