30 Kasım 2006 Perşembe

MİLLİ HÜKÜMET PROGRAMI, ULUSLARARASI ORTAM VE DIŞ POLİTİKAMIZ

Bu harita ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde Yayımlanmıştır.

Deniz Yalçın


Not: Bu yazı Ağustos 2006 tarihli Teori dergisinde yayımlanmıştır.

Bağımsız Dış Politika-Kamucu Ekonomi Denklemi
İşçi Partisi tarafından Haziran ayında ilan edilen Milli Hükümet Programı’nda en önemli bileşenlerden birisi dış politika. Programda yer alan ekonomik kalkınma, eğitim, sağlık, tarım politikaları gibi alanlarda önerilen kamucu perspektifin örgütlenebilmesi ile anti-emperyalist, bağımsızlıkçı dış politika çizgisi arasında nedensellik bağı var. Dolayısıyla neo-liberalizm’in savunucuları nasıl Atlantik çizgisinde buluşuyorsa, Avrasya çizgisinde buluşanlar da kamucu ekonomiyi örgütlemek zorunda. Geçmişte bağımsızlıkçı, antiemperyalist dış politika yaklaşımının kaçınılmaz olarak halkçı-devletçi ekonomi politikaları ile birlikte yürüdüğünü bizzat yaşadık. Kemalist Devrim, Devrim’in Sovyetler Birliği ile dostluğu ve uygulanan devletçi ekonomi politikaları, kuşkusuz ki birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan pratiklerdi.

Bugün için de bu anahtar kuralın değişmediğini, hatta daha da kesinleştiğini görmek mümkün. Latin Amerika’da Venezüella, Bolivya, Küba eksenli gelişmelere bakıldığında da aynı formülü görüyoruz: Emperyalizm karşıtı dış politika, emperyalizm karşıtı ekonomi programı ile birlikte yürüyor. Aynı saptamaları giderek ABD’nin hegemonya sahasından çıkan Afrika ülkeleri için de yapabiliriz. Asya ise yükselen bu kamucu uygarlığın beşiği konumunda ve Rusya, Çin, Hindistan, İran ekonomileri kamucu niteliklerini korudukları oranda emperyalizm karşıtı çizgide birleşmekte, birbirlerine yakınlaşmakta.

Buradan çıkarılacak sonuç ortada: Milli Hükümet programı taslağında ifadesini bulan bağımsızlıkçı dış politika çizgisi ile eşzamanlı olarak neoliberal, bireysel çıkarı öne alan ekonomi modelini savunmak mümkün değil. İkincisi, neoliberal modele karşı çıkıp Atlantik cephesinde yer almayı savunmak da nesnel bir seçenek değil. Bu bakımdan halkçı-devletçi ekonomi modeli ile bağımsızlıkçı dış politika çizgisi, ancak bir arada düşünüldüğünde ve uygulandığında anlamlı. Milli Hükümet Programı bütünlüklü bir okumaya tabi tutulduğunda, bu gerçeğin vurgulandığı görülür.

Bu değerlendirmeyi sürdürürken bağımsızlık yanlısı bir dış politika anlayışının kimler tarafından savunulacağını/savunulduğunu anlamak için denklemin diğer tarafına, yani neoliberal iktisat modelinin mağdurlarına bakmak gerekir. Hangi kesimlerdir bunlar? Bu kesimler elbette emperyalist devletlerin ve onların kurumlarının dayattığı ekonomi politikalarının mağdurlarıdır. Emperyalizm ile çıkarları çatışan kesimlerdir, uluslararası mali sermaye ile çıkar ortaklığı taşıyan kesimlerin karşısında yer alan toplumun ezici çoğunluğudur. Diğer bir deyişle İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda hisselerin % 60’ını elinde tutan 177 hisse sahibi ile çıkarları taban tabana zıt olan toplumsal sınıflardır. İşçi, köylü, memur, esnaf, küçük üretici, milli sanayici. Yani Milli Hükümet Programı’nın “milli” özneleri.

Atlantikçilik ve Neoliberalizm Hegemonya Krizinde
Uluslar arası mali sermaye ile çıkar ortaklığını özellikle AKP Hükümeti döneminde daha da güçlendiren işbirlikçi kesimlerin neoliberal ekonomi programları ile Atlantikçi dış politika stratejileri, Türkiye’de hegemonik konumunu yitirmek üzeredir. Yani söz konusu olan A. Gramsci’nin ifadeleriyle “eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı” bir hegemonya krizi dönemidir. Yeni doğmaktadır.

Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nın gündeme geldiği tarihsel bağlam bu yeni kriz çerçevesinde değerlendirilmelidir. Zira söz konusu program, tam da bu “kriz” sürecinde doğmakta olan “yeni”yi temsil etmektedir. Milli Hükümet Programı’nda ortaya konulan dış politika perspektifi, gücünü ve uygulanabilirliğini de bu yeni dönemin tarihsel gerçekliğinden almaktadır. Toplumun ezilen kesimleri ile Atlantikçi neoliberal modelin savunucuları arasındaki bağların hızla koptuğu gerçeği, son dönemde sonuçları açıklanan tüm kamuoyu yoklamalarında daha da belirginleşmektedir. Türk halkı, emperyalizm ve kapitalizmle bağları koparmaktadır. Bütün bu anketler, çıkarları AB ve ABD ile örtüşen kesimlerin bu çıkarları toplumun genel çıkarı olarak yansıtabilme kapasitelerini yitirdiklerini kanıtlamaktadır. Bu nedenle hegemonya krizi yüzeye çıkmaktadır.
[1]

Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise “yönetememe krizi”dir. Siyaset biliminde özellikle 80’li yıllarda öne çıkan “temsili demokrasinin krizi” ve “meşruiyet krizi” nitelemeleri de bunun bileşenidir. Temsili demokrasinin krizi, sistemin kendisini parlamenter temsil, iktidar ve muhalefet mekanizmaları ekseninde yeniden üretmesini sağlayan biçimsel demokrasi modelinin krizini ifade etmektedir. Bu krizin belirleyici yanı, özellikle programlar düzeyinde iktidar ve muhalefet partilerinin aynılaşmasıdır. Bu gibi kriz dönemlerinde bütün partiler farklı liderlerin ağzından ve farklı amblemlerin altında aynı programı seslendirir hale gelir. İktidar ve muhalefet arasındaki ideolojik ayrımlar silikleşir. Burjuvazinin uluslar arası mali sermaye ile bağlantılı kesimlerinin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarıyla ifadesini bulan bir iktidar-muhalefet şekillenmesi siyasal alana kendisini giderek dayatır bu gibi kriz dönemlerinde. Artık sınıf temelli bölünmelerden çok, tek bir sınıf içindeki sınıf dilimleri arasındaki bölünmeler söz konusudur.

Diğer bir önemli nokta da, özellikle bu gibi hegemonya krizi dönemlerinde ortaya çıkan geçiş süreci toplumlarında, siyasal alanın baskı altına aldığı toplumsal temelli tüm iktidar-muhalefet bölünmeleri bir biçimde devlete ve onun kurumlarına kayar, siyasal partiler arasında ortaya çıkan uzlaşının karşıtı bir ideolojik/politik bölünme devlet kurumları nezdinde ortaya çıkar. Özellikle bu gibi bölünmelerin ağırlıklı olarak hissedildiği kurumlar Ordu, Yargı kurumları ve üniversitelerdir.
[2] Türkiye’de son dönemde AKP Hükümeti ile Ordu, Yargı kurumları ve üniversiteler arasında beliren çelişmeler de, yukarıdaki saptamaları doğrulamaktadır. Bu bakımdan gerek Silahlı Kuvvetler gerekse Danıştay nezdinde son dönemde beliren tüm gelişmeler, bu bölünmenin taşındığı alanın işaretidir. Özellikle Danıştay saldırısı ile birlikte Türkiye’nin milli kuvvetlerinin hedef olarak gösterilmesi çabaları da, önümüzdeki sürece ilişkin cepheleşmenin emperyalizm ile emperyalizm karşıtı güçler arasında daha da keskinleşeceğini göstermektedir.

Kriz konusuna devam edelim. Söz konusu krizin ortaya çıktığı dönemin neoliberal ekonomi modelinin dünyada yükselişe geçtiği dönem olduğu dikkate alınırsa, krize giren ideolojinin ekonomide neoliberalizm, siyasette Atlantikçilik olduğu da belirginleşir. ABD’de Reagan, İngiltere’de M. Thatcher, Türkiye’de Turgut Özal döneminde başlayan ve Erdoğan Hükümeti döneminde doruğa çıkan bu süreç, iktidar ve muhalefet partilerini aynı programda buluşturmuştur. Sosyal demokratlardan liberallere, muhafazakarlardan milliyetçilere kadar hemen tüm partilerin ekonomi politikalarının aynılaştığı bu süreçte, toplumun mağdur kesimlerinin siyaset kurumuna olan inancı azalır. Bu, özellikle gençlik içinde daha fazla hissedilir. Aynı programı savunan partiler için sandık başına gitmek anlam taşımamaya başlar. Seçimlere katılım oranı düşer ve siyasal bir hegemonya krizi işaretlerini verir.

Türkiye’de son dönemde yaşananlar bu krizi kanıtlar niteliktedir. Türkiye’de hemen hemen tüm partilerin ekonomi modeli, IMF tarafından dayatılan neoliberal yıkım modelidir. Seçim zamanı tartışılan bu model değil, bu modeli kimin daha iyi uygulayacağıdır. İşte şimdi bu modele ve siyasete duyulan inancın yitimi süreci hızlanmıştır. Milli Hükümet Programı, bu doğru saptama üzerinden ilerlemektedir: “Neoliberalizm denen küresel emperyalist saldırının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Mazlumlar Dünyası ve gelişmekte olan ülkelerde, yeniden bağımsızlık ve halkçılık eğilimi yükseliyor. Türkiye, büyük imparatorluklardan ve Türk Devrimi’nden gelen tarihsel birikimiyle bu büyük çözümün önder ülkeleri arasındaki yerini alacaktır.”
[3]

Öte yandan seçimlere katılım oranı da giderek düşmektedir. Bu nedenle Atlantikçi cephe, üç alanda krize sürüklenmektedir: Ekonomik, siyasal ve ideolojik. Aynı zamanda bu üç alanda Türkiye’yi de yıkıma sürüklemektedir. Kemalist Devrim, ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bu kesimin hedef tahtasındadır. Bu üçlü kriz alanının tasfiyesi ve Türkiye’nin yeniden Kemalist Devrim rotasına girmesi ise ancak doğru programla mümkündür. Yineliyoruz ki bu topyekün bir kriz sürecidir. Milli Hükümet Programı ise, bu topyekün krizden çıkışın programıdır.

Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Milli Hükümet Programı’nın içine doğduğu tarihsel bağlam ve programın önemi daha iyi anlaşılabilir. Milli Hükümet Programı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu üçlü kriz döneminde İşçi Partisi önderliğinde yürütülen ideolojik ve siyasal hegemonya mücadelesinin programlaşmasıdır. Bu program, içinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye’yi yıkımdan kurtaracak en gerçekçi programdır; dolayısıyla Milli Hükümet Programı somut durumun somut tahlilidir. Bütün partilerin aynı ekonomi modelinde, Türkiye’yi AB kapısında bağlı tutmak konusunda ve Atlantikçilik’te birleştiği bir süreçte açıklanan Milli Hükümet Programı, toplumun mağdur kesimleri nezdinde bilince çıkan yeni siyasetin billurlaşmasıdır. Bu bakımdan, ABD ve AB karşıtlığının ilk kez aynı anda bu denli yükselişe geçtiği bir dönemde, toplumsal tepkiyi siyasal bir programla iktidara taşıma konusunda atılmış en örgütlü adım olması nedeniyle de, siyasal alandan devlet kurumlarına taşınan iktidar-muhalefet eksenli bölünmeyi yeniden siyasal alanda derinleştirme olanağı sunmaktadır, bu bakımdan da milli kuvvetlerin can simididir. Dolayısıyla bu program, krizdeki Atlantikçi projeyi yıka yıka “yeni”yi örgütleme hedefi ile ortaya çıkmıştır. Kanımca programın en devrimci yanlarından birisi budur.

Milli Hükümet Programı’nda Dış Politika
Milli Hükümet Programı’nın dış politika konusunda temel yaklaşımı, Milli Devlet ve Halk Yönetimi başlığı altındaki 3. maddede, yani bağımsızlık maddesinde ifadesini bulmaktadır. Buna göre, “Türkiye, Türkiye’den yönetilecektir. Türkiye üzerindeki yabancı denetim ve müdahale bütün temelleriyle tasfiye edilecektir.”
[4]

Bu maddeyi doğru anlamak ve uluslararası son gelişmeler ekseninde uygulanabilirliğini kavramak için yazımızın bundan sonraki bölümünde Atlantik cephesindeki gelişmelere, ABD-AB arasında artan çelişmelere ve Türkiye’nin bu ilişkiler arasındaki konumuna odaklanacağız. Avrasya merkezli gelişmelerle Asya, Latin Amerika ve Afrika’da yaşanan dönüşümü ve Türkiye’de ideolojik olarak Atlantikçi kesimin iflasını kanıtlayan son kamuoyu yoklamalarının Milli Hükümet Programı açısından anlamını ise bir başka yazımızda yorumlayacağız.

Atlantik Cephesindeki Gelişmeler
Türkiye’nin NATO üyesi olarak Atlantik cephesine katıldığı Demokrat Parti dönemi dikkate alındığında, bu dönemde yükselen emperyalist güç olan ABD’nin kendisini “özgür dünyanın koruyucusu” olarak yansıttığı göze çarpar. Sovyet tehdidi efsaneleştirmesi üzerinden kendisini tanımlayan ABD’nin uluslararası düzlemde cepheleşmeleri keskinleştirdiği ve Türkiye’nin bu süreçte tarafsızlık politikası izlemesine şiddetle karşı çıktığı bilinmektedir.
[5] Kuzey Atlantik İttifakı’nın bu bakımdan önemi, ABD’nin ortak bir tehdit algısı üzerinden geniş bir coğrafyada hem devletleri hem de toplumları kendi emperyalist projesine dahil edebilmesindeydi. Soğuk Savaş’ın sonuyla birlikte bu hegemonya yıkılmaya başlamıştır.

Çünkü kendisini ortak tehdit algıları etrafında diğer devletlere karşı “koruyucu” sıfatıyla dayatan emperyalist bir devletin karşı karşıya kalacağı en zor durumlardan birisi, o “ortak tehdit” algısının ortadan kalkmasıdır. Nitekim 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ABD Başkanı George Bush’un ilan ettiği “yeni dünya düzeni” böyle bir tehditsizliğin ürünüydü. ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu tehdit algısı, 11 Eylül saldırıları ile yeniden ortaya çıktı ve ortak tehdidin adı “küresel terör” olarak saptandı. Ancak bu kez, Soğuk Savaş dönemine göre belirgin farklar söz konusuydu. Zira söz konusu ortak tehdit algısı, Soğuk Savaş döneminin aksine, bu kez müttefik güçlerin çoğunluğu tarafından kabullenilmedi. Bu farklılıklar arasında, Avrupa Birliği ile ABD arasında açığa çıkan ve “Atlantik ötesi yarılma” (özellikle Irak işgali öncesinde) olarak nitelenen çelişmeler, Soğuk Savaş sürecinde NATO’nun mihver ülkesi olan Türkiye’nin bu kez (Kore Savaşı’nın aksine) ABD’nin ortak tehdit algısını kabullenmeyerek 1 Mart tezkeresini TBMM’den geçirmemesi, Afganistan ve Irak işgalleri ile bataklığa saplanan ABD’nin karşısında özellikle Rusya, Hindistan ve Çin gibi Asyalı güçlerin yükselmesi sonucunda ABD’nin “yeni dünya düzeni” tasarımını yerle bir eden bir çok kutupluluğun işaretlerinin güçlenmesi ile ABD’nin yıllar boyu arka bahçe olarak gördüğü Latin Amerika’da Amerikancı hükümetlerin birer birer yerlerini kamucu, anti-emperyalist hükümetlere devretmesi sayılabilir.

ABD-AB Çelişmesi
ABD ile AB arasında ortaya çıkan atlantikötesi yarılma, üzerinde önemle durulmaya değer bir olgudur. Bu yarılmanın en kuvvetli işaretlerini Irak işgali sırasında, özellikle başını Almanya ve Fransa’nın çektiği, dönemin Avrupacı güçlerinin ABD’nin işgaline ortak olmama ve direnme kararlarında gördük. Bu nokta ABD-AB ilişkilerinde Türkiye’nin konumunun kavranması ve Türkiye’nin ABD eliyle AB kapısına bağlanması projesine bir son vererek Avrasya ittifakının güçlenmesi hedefimiz bakımından önemlidir.
ABD ile AB arasındaki bölünme, giderek ABD’nin dayattığı geniş ve esnek Avrupa projesi ile Almanya ve Fransa’nın talep ettiği çekirdek ve derin Avrupa projeleri arasında gerçekleşmektedir. Bu yarılmayı kavramak adına, ABD’li yeni muhafazakar kadronun önemli isimlerinden Robert Kagan’ın geçtiğimiz yıl yayımlanan Cennet ve Güç: Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa adlı kitabından yaptığımız şu alıntıyı dikkatle değerlendirmek gerekmektedir:
“Soğuk Savaş’ın sonu, transatlantik ilişkiler üzerinde genel olarak anlaşıldığından daha önemli bir etki yaratmıştır, çünkü 1989’dan sonra ortadan kaybolan şey sadece ortak Sovyet düşmanı ve ortak savunma için acil harekete geçme ihtiyacı değildir. Atlantik Okyanusu’nun iki tarafında işbirliğini güçlendirmek üzere izlenen ve adına “Batı” denen büyük strateji de ortadan kaybolmuştur… “Batı”nın dış politikada bir organizasyon prensibi olarak önemini kaybetmesi, sadece bir Amerikan olayı değildi. Soğuk Savaş sonrasındaki Avrupa da konunun artık “Batı” olmadığını kabul ediyordu. Avrupalılar için konu artık Avrupa idi.”
[6]
Kagan’ın bu yorumunu destekler nitelikte bir diğer yorum, Almanya’da Merkel Hükümeti kurulana kadar 9 yıl süreyle Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Joschka Fischer tarafından yapılmıştır. Tarihin Dönüşü – 11 Eylül’den Sonra Dünya ve Batı’nın Yeniden Yapılanması başlığıyla 2006’da yayımlanan kitabında Fischer, ABD ile AB arasında Soğuk Savaş sonrası gerilen ilişkileri şöyle ele almaktadır:
“İyimser bir yaklaşımla işi kağıt üzerinde değerlendirmeye kalkacak olursak, bu Atlantik ötesi iki ortak, politik yönden ideal çifti temsil ediyor olmalıdır. Çünkü her iki taraf da politik yönden birbirlerini tamamlayıcı yetenekler ve zafiyetler taşımaktadır… Ama işte dediğimiz gibi, kağıt üzerindeki durumdur bu. Atlantik ötesi ilişki gerçekliğinden bakıldığında durum ne yazık ki, yaşlandıkları için artık birbirlerine söyleyecek bir şeyleri kalmamış olan ve ender de olsa birbirleriyle konuşmaya kalktıklarında acı verici yanlış anlamalara yol açan bir çiftinkine benzemektedir… Demek ki ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerde objektif faktörler alanında, dolayısıyla da “durumda” oldukça radikal değişiklikler gerçekleşmiştir.”
[7]
Hem Kagan hem de Fischer bir yerde uzlaşmaktadır. ABD ile AB arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaş dönemindeki gücünden ve olumlu görünümünden oldukça uzaktır. İkincisi, Soğuk Savaş döneminde yaratılan ve adına “Batıcılık” denen strateji bu bölünme nedeniyle aşınmıştır. Avrupa için Avrupa öne çıkmıştır. Bu bakımdan ABD’nin AB üzerinde kendi stratejisini dayatması sürecinin özellikle Soğuk Savaş döneminin ardından yükselişe geçmesi rastlantı değildir. Türkiye’nin ABD eliyle AB kapısına bağlanması stratejisinin de aynı döneme rastlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB macerası, ABD ile AB arasındaki stratejik savaşta belirleyici niteliktedir. Sonuç olarak, çekirdek Avrupa projesinin gelişmesinin ve AB’nin ABD karşısında göreli özerk bir konuma ulaşmasının engellenmesi için ABD’nin ikili bir strateji izlediği ve Türkiye’yi de kendi stratejisinin kölesi konumuna getirmeye çalıştığı görülmektedir.

ABD’nin Stratejisi
Bu ikili stratejiyi David Harvey şöyle açıklamaktadır: a) karşılıklı ilişkiler ve sermaye hareketlerinde esas olarak neo-liberalizmin kurallarını dayatmak; b) AB’nin iç politikasını etkilemek üzere bazı siyasi ve askeri yöntemlere başvurmak... Bu strateji, Avrupa’yla bütün olarak ilişki kurmak yerine, tek tek Avrupa devletleriyle ikili ilişkiler ve özel ittifaklar kurmaya dayanmaktadır.”
[8] Türkiye’nin üyeliği konusundaki ABD dayatmasını ikinci strateji ekseninde değerlendirmek gereklidir. Türkiye konusunda bu stratejinin izlendiği zaten ABD tarafından da itiraf edilmektedir. Nitekim daha önce yayınlanan bir çalışmamızda, ABD eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ronald Asmus’un aşağıdaki değerlendirmelerine yer vermiştik.[9] ABD’nin Türkiye’yi AB kapısına bağlama stratejisini açıklığa kavuşturması bakımından bu alıntı oldukça zihin açıcıdır:
“Kamuoyu yoklamalarına bakarsanız, Türkiye halkının Amerikan karşıtlığı bakımından Avrupa halkları arasında en üst sırada yer aldığını görürsünüz. Türkiye ile ABD arasındaki güçlü bağlar, Irak savaşı ve başka bazı nedenlerden ötürü zayıflamıştır… Türkiye’nin Amerika ile bağlarının son derece zayıfladığını ve dünyanın böyle bir bölgesinde yer alan Türkiye’nin Avrupa ile bağlarının da aynı anda koptuğunu düşünün. Bu durum çok daha tehlikelidir. Ve ben, Avrupa tarafından da reddedilen Türkiye’nin basit biçimde “annesi” Amerika’nın kollarına koşacağından emin değilim. Böyle bir durumda Türkiye’de neler olabileceğinden de emin değilim. Burada alternatif, çok daha milliyetçi olabilir ki, bu çok tehlikeli.”
[10]
Özetle; Harvey’in ortaya koyduğu ve Perinçek’in saptadığı üzere, Washington yönetimi Türkiye’yi AB kapısına bağlayarak bir taşla üç kuş vurmayı amaçlamaktadır:
- Birincisi, ABD Türkiye’nin kendi denetiminden kurtularak Avrasya’ya kaymasını önlemektedir.
- İkincisi, Türkiye’yi AB kapısında ABD planlarının gerektirdiği her şey dayatılmakta ve kabul ettirilmektedir.
- Üçüncüsü, Türkiye aynı zamanda ABD’nin “gevşek Avrupa” tasarımında rol alacak bir ülke olarak kullanılmaktadır.
[11] Böylece AB’nin karşıt hegemonik bir güç olarak ortaya çıkmasının önüne geçilmesi ve AB’nin siyasi birliğinin Türkiye tartışmasıyla olanaksızlaştırılması amaçlanmaktadır.
Bugün Avrupa ülkelerinde AB konusunda varolan tartışmalara bir göz atmak bile bu konuda ABD stratejisinin şimdiye kadar kısmen başarılı olduğunu göstermektedir. AB güçleri, Türkiye tartışması ile bölünmekte ve ortak bir Avrupa projesine ilişkin gelecek tasarımlarında sürekli enerji yitirmektedirler. Dolayısıyla Türkiye’nin AB kapısında parçalanmaktan kurtarılması hem Türkiye hem de AB açısından ikili işlev görecektir: Birincisi hem Türkiye hem de AB açısından Amerikan stratejisi defedilmiş olacaktır. AB açısından bu belirleyici bir rol oynayacaktır. Çünkü Samir Amin’in son kitabı Liberal Virüs’te belirttiği üzere: “Amerika’nın stratejisi defedilmedikçe, hiçbir Avrupa projesi mümkün değildir.”
[12]
İkincisi, Türkiye’nin Avrasya ittifakının inşasında merkezi bir rol almasının önündeki engeller önemli ölçüde kalkmış olacaktır. Yani aslında hem Avrupa hem Avrasya bütünleşmesinde anahtar rol Türkiye’dedir. Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nda ifadesini bulan şu maddenin yürürlüğe konması da, Türkiye’nin omuzlarına yüklenen tarihsel bir sorumluluğun gereğidir: “Milletçe refaha ilerlemenin ve özgürleşmenin biricik siyasal çerçevesini oluşturan millî devlet, emperyalizmin küresel saldırısına karşı savunulacaktır. Türkiye’yi Avrupa Kapısı’na bağlayan, millî devletimizi ve Atatürk Devrimi’ni tasfiye eden AB aday üyelik sürecine son verilecektir. AB Aday Üyelik Protokolü, Katılım Ortaklığı Belgesi, Müzakere Çerçeve Belgesi gibi Yeni Sevr Antlaşmaları feshedilecek ve Türkiye Avrupa Gümrük Birliği’nden çekilecektir.”
[13]
Sözünü ettiğimiz ikili işlevin gerçekleşmesi, yani hem AB hem de Türkiye açısından ABD stratejisinin bertaraf edilmesi, yukarıda da belirttiğimiz üzere iki önemli sonuç doğuracaktır. Hem Avrupa’nın ABD’siz birliğinin sağlanması, hem de Avrasya ittifakının inşası. Peki bu ikisi aynı zaman diliminde gerçekleşebilir mi? Böyle olacağını düşünmüyoruz. Bugün Avrupa kamuoyunda Soğuk Savaş’ın “özgürlük havarisi” ABD imajı fazlasıyla aşınmış ve ABD’nin uluslar arası konularda meşruiyeti fazlasıyla sorgulanır hale gelmiş olsa da, burada diğer bir belirleyici faktör, ekonomide ABD stratejisi olan neoliberalizmin püskürtülmesi olacaktır. Bugün için AB-ABD ortaklığıyla kurulan Çokuluslu Şirket’lerin nesnel çıkarları, ABD merkezli neoliberalizm ideolojisini Avrupa projesine dayatmaktadır. Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlarda reddedilen AB Anayasası, böyle bir anlayışın ürünü olduğu ve AB’yi daha da ABD bağımlısı bir projeye dönüştüreceği kaygılarıyla reddedilmişti. Anayasa yürürlüğe girmemekle birlikte, oluşum halindeki AB devleti, halihazırda etkinliği kuvvetli uluslar arası sermaye gruplarının kamu hizmetlerini piyasalaştırmaya kadar uzanan (GATS – Hizmet Ticareti Genel Anlaşması ve yoğun protestolar sonucunda reddedilen Bolkestein Hizmetler Yönergesi örneğinde görüldüğü üzere
[14]) neoliberal talepleri karşısında direnememekte ve yoksullaşan Avrupa emekçilerinin talepleri ile Atlantikçi çokuluslu şirketlerin talepleri arasında sıkışıp kalmaktadır. Dolayısıyla Avrupa projesini ABD stratejisinden temizleyecek bir dış politika yaklaşımı, bu yazının başında ifade ettiğimiz kamucu ekonomi-bağımsız dış politika denkleminin kurulması ile mümkün görünmektedir.
Yukarıda sorduğumuz soruya dönersek, bu durumda ABD stratejisinin bertaraf edildiği bir Avrupa projesini harekete geçirecek olan nedir? Türkiye’nin içinde yer alacağı Avrasya ittifakının güçlendirilmesidir. Milli Hükümet Programı’nın ortaya koyduğu halkçı, kamucu ekonomi modeli ile bağımsız Türkiye anlayışına dayanan dış politika stratejisi bu bakımdan sadece Avrasya’yı değil, aynı zamanda Avrupa’yı da ABD karşısında harekete geçirecektir. Avrupa ise, Samir Amin’in doğru saptamasıyla, kendisini saran “liberal virüs”ün etkisinden kurtulmadığı sürece, ABD stratejisini defedemeyecektir.
[15] Bugün Avrasya ittifakını biçimlendiren Rusya, Çin, İran, Hindistan gibi yükselen devletlerin izlediği bölge merkezli, bağımsız dış politika anlayışının gerisinde kamucu ekonomi perspektifinin yattığı unutulmamalıdır.
Mevcut koşullarda AB’nin yönetici kadrosu ABD’nin neoliberal stratejisini uygulamaya fazlasıyla hevesli, Avrupa halkları ise bu stratejiyi püskürtmeye dirençli görünmektedir. Ancak örgütsüzlük ve programsızlık nedeniyle bugünkü tepkiler siyasal iktidarı talep etmekten uzaktır. Milli Hükümet Programı’nın bu açıdan üstünlüğü, hem örgütlülüğü hem de programlılığı esas almasındadır. Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nın iktidara taşınması durumunda, ülkemizin hem Avrasya’da hem de Avrupa’da değişimi tetikleyebileceği açıktır. Bugün örgütlü ve programlı, antiemperyalist, kamucu iktidar alternatiflerinin Avrupa emekçileri arasında yarattığı heyecan dalgası ortadadır. Son süreçte Avrupalı emekçiler arasında en çok heyecan uyandıran faktörlerin başında, özellikle Venezüella ve Bolivya’da yaşanan Bolivarcı devrimler gelmektedir. Türkiye’de yeniden başlatılacak ve tamamlanacak Kemalist Devrim rüzgarının etkileri bu kitlelerde çok daha harekete geçirici bir rol oynayacaktır.
Fransa ve Almanya’da artan toplumsal huzursuzluklar da bu durumun göstergesidir. Gerçekten de Fransa’da özelleştirme uygulamalarına karşı hükümetin geri adım atmak zorunda kalması, göçmenlerin günler süren isyanı, neoliberal AB Anayasası’nın reddedilmesi, İlk İş Yasası’nın öğrencilerin protestoları üzerine geri çekilmesi, Fransız şirketleri lehine yeni korumacı önlemlerin geliştirilmesi; Almanya’da ise kamucu ekonomi modelini savunan Sol Parti’nin seçimlerde %8 oy alması, İş Yasası’na karşı emekçilerin yoğun direnişler örgütleyerek neoliberalizme karşı durmaları son dönemin öne çıkan olaylarıdır. Avrupa’da ABD stratejisini defedebilecek ülkeler (Almanya ve Fransa) kaynamaktadır. Bu durum rastlantı değildir. Neoliberalizm püskürtülmek istenmektedir. Kamucu ekonomi talep edilmektedir. Dolayısıyla söz konusu “liberal virüs”ün bünyeden atılması mümkündür ve ancak o zaman Amin’in aşağıda önerdiği politik ittifak gerçekçi bir zeminde ilerleme şansı bulacaktır. Amin böyle bir durumda izlenmesi gereken stratejiyi şöyle özetlemektedir: “Bir başka strateji mümkün: Bir zaman için Avrupa projesini bugünkü seviyede dondurmak ve ona paralel başka ittifak eksenleri oluşturmak. Bu amaçla mümkünse Yeni Delhi ve Pekin’e kadar uzanacak, Paris-Berlin-Moskova arasında politik ve stratejik bir ittifak oluşturmak öncelikli amaç olmalıdır… Bu üç-dört güç bir araya geldiğinde, finansal ve teknolojik tüm olanaklara sahip olacaktır. Buna bir de, sözkonusu devletlerin geleneksel askeri kapasiteleri eklendiğinde, bu ittifak karşısında ABD sönük kalacaktır.”
[16]
Sonuç olarak, Türkiye’nin AB aday üyeliğinden çekilmesinin olumlu etkileri hem Avrasya’da hem de Avrupa’da hissedilecek, ABD stratejisi bu iki bölgede büyük ölçüde bertaraf edilmiş olacaktır. Tüm dünyada yükselen Amerikan karşıtlığının da etkisiyle uluslararası meşruiyetini büyük ölçüde yitiren ve Soğuk Savaş döneminin sadık müttefiklerini bugünün tehdit algısı karşısında örgütleyemeyen ABD’nin ise bu koşullarda daha da yalnızlaşacağı ortadadır.
Ortadoğu’daki Gelişmeler ve Milli Hükümet Programı
Elbette Milli Hükümet Programı’nda ifadesini bulan bağımsızlık anlayışının Türk dış politikasına Kemalist Devrim dönemindeki gibi yeniden egemen kılınması sadece Avrasya ve Avrupa eksenli yeni gelişmelere kapı aralamayacak, aynı zamanda ABD’nin 22 yeni devlet yaratmayı planladığı Ortadoğu’da yürürlüğe koymaya çalıştığı Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni de bertaraf edecektir. Afganistan’la başlayıp Irak’la devam eden bu projede, Suriye ile İran’ı hedef alma, Türkiye’yi parçalama ve “özgür Kürdistan” yaratma hedefi artık Pentagon’ın Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde bile açık açık ifade edilmektedir. Söz konusu derginin son sayısında özel savaş uzmanı Ralph Peters imzasıyla yayımlanan “Kanlı Sınırlar: Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Görünür?” başlıklı makalede, Ortadoğu’nun sınırlarının 20. yüzyılın başında İngiltere tarafından çizildiği ifade edilmekte ve ABD’nin bu bölgede sınırları yeniden çizmesinin zamanının geldiği söylenmektedir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun Kuzey Irak’la birleştirilmesi sonucunda yaratılacak ve Karadeniz’e uzanacak kukla Kürdistan devletinin (bkz., Harita), Atlantik’ten Doğu Asya’ya uzanan coğrafyada ABD’nin en önemli müttefiki haline geleceği de açıktan yazılmaktadır.
[17]

(Baştaki Harita: Sınırlar Değiştikten Sonra Ortadoğu, Kaynak: Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi, Temmuz 2006,
http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899 )

Diğer bir deyişle ABD bölgede ikinci bir İsrail yaratma hedefini açıkça ilan etmektedir. Bu arada Temmuz ayının ortalarında İsrail’in Lübnan’a yeniden savaş açması, bu projede İsrail’in başat rol aldığını bir kere daha göstermektedir. Kuşkusuz bu harita bir yandan ABD’nin Ortadoğu’da oluşturmak istediği yeni düzeni yansıtmakta, diğer yandansa Türkiye’ye karşı bir psikolojik savaş operasyonunun parçası olarak, milli kuvvetleri hizaya getirme amacıyla dayatılmaktadır. Özgür Kürdistan olarak ifade edilen kukla devletin sınırlarının Türkiye’nin ABD ile işbirliği yapmayı reddettiği bölgelere uzanması da bunun kanıtıdır. Zira Türkiye hem Irak işgalinde hem de Karadeniz’de Rusya’yı çevreleme konusunda ABD ile ters düşmektedir. Amerikancı gazetelerde bile bu yarılma şöyle saptanmıştır: “Ankara, Washington’un en temel stratejik konusu olan Irak’ta mı ABD ile aynı düşünüyor? Yoksa Ankara’nın en önemli konularından olan Kıbrıs’ta mı Washington kayıtsız şartsız destek veriyor? NATO’nun bu iki önemli üyesinin Karadeniz konusunda ciddi olarak ayrı düştüğü, Karadeniz’de olduğu gibi, ABD açısından stratejik öneme sahip enerji konularında da iki müttefikin arasına Rusya’nın girdiği görülüyor.”
[18]
Dolayısıyla ABD rıza yoluyla sağlayamadığı desteği almak için şimdi baskı ve tehdit yöntemine daha fazla ağırlık vermektedir. Çünkü ABD’nin projelerine AKP de yetmemektedir. Türkiye’deki yükselen Amerikan karşıtlığı da zaten böyle bir rızanın toplumsal temellerinin bulunmadığının kanıtıdır. ABD’yi saldırganlaştıran, Pentagon’a bu haritaları yayınlatan zihniyet de bu koşulların ürünüdür. Ayrıca Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin son üç yılda onarılamaz biçimde kötüleştiğini ifade eden Dış İlişkiler Konseyi Raporu’nun
[19] yazarlarının 3 Temmuz 2006 tarihinde International Herald Tribune’de yayımlanan makalelerinde yer alan şu sözler, bu operasyon bağlamında değerlendirildiğinde anlam kazanmaktadır: “Irak’taki gelişmeler nedeniyle tansiyon yükseldikçe, Türk-Amerikan ilişkilerinde olumlu bir dinamik yaratma olasılığı tükenmektedir. Rotasından sapmış bir Türkiye’nin yaratacağı olumsuzluklar, Irak’taki başarısızlıktan çok daha fazla olabilir. Amerika ve Avrupa, Türkiye’nin Batı’ya demirli kalmasını sağlamak için her türlü yola başvurmak zorundadır.”[20] Buradaki “her türlü yol”, ABD’nin Özgür Kürdistan haritası ile yaratmaya çalıştığı psikolojik iklim çerçevesinde oldukça anlamlıdır. ABD, Türkiye’ye “her türlü yol”dan savaş ilan etmektedir.
Haritaya dönersek, bu noktada ilk hedefin Kuzey Irak’ta kukla bir Kürt devleti kurulması olduğu söylenebilir. ABD’nin “Özgür Kürdistan”’ın kurulması ve bunun sınırlarının Karadeniz’e ulaşması stratejisinde ilk hedef, Irak’ın bölünmesidir. Bu yeni bir hedef de değildir. Türkiye’ye öncelikle Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin tanınması seçeneği uzun süredir dayatılmaktadır.
[21] Bunu ABD’li diplomatlar da açıkça ifade etmektedirler. Sözgelimi ABD’li emekli diplomat Peter Galbraith “Irak’ın Sonu” adıyla geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabında, birleşik Irak oluşturma çabalarının başarısızlığa uğradığını savunarak, ülkenin bölünmesini ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını önermektedir. Galbraith, Türkiye’nin, böyle bir Kürt devletini kabullenmek zorunda kalacağını ileri sürmekte ve Türkiye’yi tehdit etmektedir.[22] Galbraith bugün Irak’ta Kürt liderlerin danışmanı olarak görev yapmaktadır.
Kuzey Irak’taki kukla devlet üzerinden Türkiye’yi parçalayarak oluşturulacak ve Karadeniz’e ulaştırılacak Kürdistan projesinde dikkat çeken iki yön daha vardır. Birincisi, Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Ralph Peters’in “Özgür Kürdistan”ı ABD’nin en sadık müttefiki olarak tanımlamasıdır. Diyarbakır’ı da kapsayan bu Özgür Kürdistan, Genişletilmiş Ortadoğu’nun merkezi olarak tasarlanmaktadır. Hatırlanacağı üzere Tayyip Erdoğan’da 2004 yılında katıldığı Teke Tek adlı programda, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı sıfatıyla “Diyarbakır’ı Büyük Ortadoğu’nun merkezi yapacağız” demişti. Böylece AKP’nin eşbaşkanlığını yürüttüğü proje, tüm açıklığıyla bir kere daha ortaya çıkmıştır.
İkincisi, bu haritada ABD’nin en önemli müttefiki olarak gösterilen Özgür Kürdistan’ın sınırlarının Karadeniz’e dayandırılmasıdır. ABD’nin özellikle Rusya ile hesaplaşmasında Karadeniz’i bir NATO denizi haline getirmek istediği son dönemde açıkça ifade edilmektedir. Nisan 2006’da ABD’nin Ulusal Savunma Üniversitesi tarafından yayımlanan “Karadeniz İçin Atlantik İttifakı” başlıklı raporda, Karadeniz’in ABD için taşıdığı önem ve NATO’ya yüklenen rol de Rusya karşıtlığı ekseninde tanımlanmaktadır.
[23]
Eslen’in de belirttiği üzere, “11 Eylül sonrasında ABD'nin Avrasya'da başlattığı jeostratejik hamleler, sadece Afganistan ve Irak'taki askeri girişimlerden ve renkli devrimlerden ibaret değildir; ABD enerji kaynakları ve güzergâhlarını kontrol etme gayretlerini sürdürürken ayrıca, Avrasya coğrafyasının kritik bölgelerinde geliştirdiği tedbirlerle gerçek rakipleri Çin'i ve Rusya'yı çevrelemeye de çalışmaktadır… Aslında ABD, NATO üzerinden Karadeniz'e yerleşerek, ABD-Rusya güç mücadelesinde, enerji güzergâhlarının etki altına alınmasında çoklu avantajlar sağlamak istemektedir.”
[24]
Tüm bu dinamikler bir üst noktada birleşerek ortaya küresel siyasetin gidişatını da yakından ilgilendiren bir durumu ortaya çıkartmaktadır: Karadeniz’de yer alan eski doğu bloğu ülkelerinin üzerindeki Rus etkisinin bir Amerikan/Batı etkisiyle ikame edilmeye çalışılması. ABD Karadeniz stratejisi içinde bir taraftan yeni stratejik lojistik destek merkezlerine ihtiyaç duyarken diğer taraftan da bu lojistik merkezlerin bulundukları bölgelerdeki varlığını meşru hale getirecek siyasal oluşumları desteklemektedir. Romanya ve Bulgaristan’ı kapsayan Batı Karadeniz bölgesi için bu hedef gerçekleştirilmiş durumdadır.
[25] Nitekim NATO’ya ve AB’ye üyelik dinamiğini arkalarına alan her iki devlet, ABD’nin kendi ülkelerinde üs kurmasına yeşil ışık yakmış ve Aralık 2005’te Romanya’da ve Mart 2006’da da Bulgaristan’da üs kurulması sağlanmıştır.[26] Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Karadeniz üzerinden Rusya’yı çevreleme amacıyla Kırım’da gerçekleştirmek istediği NATO tatbikatı ise, Kırım halkının tepkisi sonucu püskürtülmüş ve Kırım Parlamentosu tatbikatı “yasadışı” ve Kırım’ı da “NATO’suz bölge” ilan etmiştir.[27]
ABD’nin Karadeniz üzerinden Rusya’yı çevreleme politikasına Türkiye Rusya ile birlikte karşı çıkmış ve ABD ile ihtilaflı bölgelere bir yenisi daha eklenmiştir. Türkiye ile Rusya ise bunun sonucunda bölgesel çıkarları gereği birbirlerine daha da yakınlaşmışlardır. Bu süreçte, sınırları Karadeniz’e kadar uzanan bir kukla Kürt devleti haritasının Pentagon dergisi aracılığıyla gündeme getirilmesi, ABD’nin gerçek niyetini ortaya koymuştur. ABD, Türkiye ile Rusya arasına bıçak sokarak Türkiye’yi Karadeniz’de NATO hesaplarına dahil etmeyi amaçlamakta ve hem Türkiye’yi hem de Rusya’yı hizaya getirmeyi hedeflemektedir. Bu bakımdan, ABD’nin Karadeniz’e kadar genişletmeyi planladığı kukla Kürt devletinin sadece Türkiye’nin değil, Rusya’nın çıkarlarına da tehdit oluşturduğu görülmektedir. Rusya bu bakımdan tehlikeyi görecek ve önümüzdeki süreçte kukla Kürt devletinin hem kendisi hem de bölgesi için yaratacağı sakıncalar doğrultusunda Türkiye ile stratejik işbirliği arayışlarını bu temelde daha da güçlendirecektir. Tüm bu yaşananlar, gelişmenin bu yönüne işaret etmektedir. ABD, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyayı bu haritalarla böldükçe, Türkiye bölgesiyle daha da bütünleşecektir.

İşte Milli Hükümet Programı’nda kukla Kürt devleti konusunda ortaya konulan tavır, böyle bir stratejik ittifak anlayışının yansıması olarak görüldüğünde anlam kazanmaktadır. Programın “Kürt meselesine emperyalist müdahaleye son” başlıklı 7. maddesinde şu ifadeler yer almaktadır:

“Türkiye’mizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için, esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. Bu amaçla,
- Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün
yeniden sağlanmasına,
- Güneydoğu halkımızı kazanmaya,
- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadeleye,
- Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş sağlanması, toprak reformu, refah ve kalkınmaya,
- Suriye, İran, Azerbaycan, KKTC devletleri ve Irak halkıyla bölgesel ittifaka yönelik politikalar izlenecektir.”
[28]

Görüldüğü gibi ABD’nin 21. yüzyıldaki emperyalist projelerinin odağındaki tüm bölgeler bir biçimde Türkiye’yle sınırdaş: Ortadoğu, Karadeniz, Kafkasya ve bu çerçevede Avrasya. ABD, komşumuz Irak’ı işgal etmiş, Suriye ve İran’ı benzer biçimde tehdit altına almış, Gürcistan’da ve diğer Karadeniz komşumuz Ukrayna’da turuncu devrimler örgütlemiştir. Ancak tüm bu hamlelerde başarısızlığa uğradı ve uğrayacaktır da. Milli Hükümet Programı’nın yürürlüğe konması, bu programın iktidara taşınması, bu bakımdan son derece önemlidir. Zira içinde yaşadığımız bu coğrafyada bütün mazlum milletlerin kurtuluşu yine bu program etrafında birleşmekten geçmektedir. ABD’nin bütün tehditlerine sınırdaşız. O tehditleri fırsata çevirmekse elimizde. 20. yüzyılın başında ilk ulusal kurtuluş savaşını vererek mazlumlar dünyasına öncülük etmiştik, şimdi 21. yüzyılın başında ezilen dünya aynı görevi yine bize yüklüyor. Milli Hükümet Programı, bu görev ve sorumluluğu örgütlemenin programı olarak öne çıkıyor.


Dipnotlar:
[1] Bu anketlerin sonuçlarının Milli Hükümet Programı’ndaki dış politika anlayışının uygulamaya geçirilmesi açısından taşıdığı önemi bir başka yazımızda ayrıca ele alacağız.
[2] Gramsci’nin hegemonya krizi dönemlerinde ortaya çıkan geçiş süreci devletlerine özgü sınıflandırmasını ilerleten ve sözkonusu kuramı İtalya üzerinden inceleyen son derece yararlı bir çalışma için bkz., Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev. Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul, 1980
[3] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[4] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[5] bkz., Deniz Yalçın, “Amerikan Ulusal Güvenlik Arşivi: Türkiye’nin Tarafsız Kalmasını Önleyin”, 16 Temmuz 2006, Aydınlık
[6] Robert Kagan, Cennet ve Güç – Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, çev. Selim Yeniçeri, Koridor Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 98, 106
[7] Joschka Fischer, Tarihin Dönüşü, 11 Eylül’den Sonra Dünya ve Batı’nın Yeniden Yapılanması, çev. Evrim Güney, MK Merkez Kitaplar, İstanbul, 2006, s. 228, 229
[8] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 2004, İstanbul, s. 70
[9] Deniz Yalçın, “CHP Üzerinden AB’ye Bakmak: Ölmeye Yatmak”, Teori, Şubat 2006
[10] Ronald Asmus Interview: US Has a Legitimate Interest in EU’s Debate on Turkey (Ronald Asmus Söyleşisi: AB’nin Türkiye Tartışmalarında, ABD’nin Meşru Çıkarı Söz konusudur)”, 30 Haziran 2005, http://www.euractiv.com/Article?tcmuri=tcm:29-141722-16&type=News
[11] Doğu Perinçek, Mafyokrasi – Emperyalist-Kapitalist Sistemin Mafyalaşması ve Türkiye, Kaynak Yayınları, İstanbul 2004, s. 32-33
[12] Samir Amin, Liberal Virüs – Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, çev. Fikret Başkaya, Aynur Mert, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2004, s. 86
[13] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[14] Bolkestein Hizmetler Yönergesi hakkında bkz., Deniz Yıldırım, “Masallara Son, AB Refahı Değil, Yoksulluğu Genelleştiriyor : Bolkestein Yönergesi ve Sonuçları,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4899, erişim: 13 Şubat 2006
[15] Amin, a.g.e., s. 85
[16] Amin, s. 84
[17] Ralph Peters, “Blood Borders : How a Better Middle East Would Look ?”, Armed Forces Journal, Temmuz 2006, http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899, erişim: 08.07.2006
[18] Murat Yetkin, “Gül’ün ABD Seyahatini Nasıl Okuyalım?”, 4 Temmuz 2006, Radikal
[19] Steven A. Cook ve Elisabeth Sherwood Randall, “Generating Momentum for a New Era in U.S.-Turkey Relations”, Council on Foreign Relations Press, Haziran 2006,
http://www.cfr.org/publication/10796/generating_momentum_for_a_new_era_in_usturkey_relations.html?breadcrumb=default, Raporun değerlendirmesi için bkz., Deren Şahin, “CFR: İlişkiler Son Üç Yılda Kopma Noktasına Geldi”, 2 Temmuz 2006, Aydınlık
[20] Steven A. Cook ve Elisabeth Sherwood Randall, “The U.S. and Turkey: Rebuilding a Fractured Alliance”, International Herald Tribune, 3 Temmuz 2006
[21] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Fikret Akfırat, Kukla Devlet, Kaynak Yayınları, Ankara, 2004
[22] Aktaran Ümit Enginsoy, “Türkiye, Kürt Devletini Kabullenir”, NTVMSNBC, 18 Temmuz 2006, http://www.ntvmsnbc.com/news/379970.asp
[23] Eugene B. Rumer ve Jeffrey Simon, “Toward a Euro-Atlantic Strategy for the Black Sea Region”, National Defense University Occasional Paper Series, Nisan 2006
[24] Nejat Eslen, “ABD’nin Bir Hedefi de Karadeniz”, 13 Haziran 2006, Radikal Gazetesi
[25] Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu, ABD Bülteni (31 Mart-7 Nisan 2006), “ABD’nin Karadeniz Stratejisi ve Türkiye”, http://www.dispolitikaforumu.com/ABD%20Bülteni%20(31%20Mart-7%20Nisan%202006).pdf
[26] Bkz., Federico Bordonaro, “Bulgaria, Romania and the Changing Structure of the Black Sea’s Geopolitics”,http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=302&language_id=1 20 Mayıs 2005
[27] Erdal Şafak, “Kırım Savaşı”, 8 Haziran 2006, Sabah ve “Kırım’da Amerikan Askerine İsyan Var”, 7 Haziran 2006, Radikal
[28] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006

Nikaragua Seçimlerinin Öğrettiği: Göreve Hep Hazır Olmak



Deniz Yalçın

19 Kasım 2006


Nikaragua’da 16 yıl önce devlet başkanlığını seçimle kaybeden Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi önderi Daniel Ortega’nın geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen son genel seçimlerde oyların %38.7’sini alarak yeniden devlet başkanlığı görevine gelmesi, Latin Amerika’da halkçı iktidarların adım adım egemenliklerini ABD emperyalizmi karşısında sağlamlaştırdıkları bir döneme denk düşmesi nedeniyle üzerinde önemle durulması gereken bir gelişme. Bu olayda ABD’yi tedirgin eden şey, sadece Ortega’nın seçimleri kazanması değil. Esasta, Bolivarcı bütünleşme seçeneğinin Nikaragua’nın da desteğini kazanması fikri şu sıralar Bush yönetiminin uykusunu kaçırıyor. Kaçırması da oldukça doğal. Çünkü Ortega seçimleri kazanmadan önce Chavez, Castro ve Morales ile bir araya geldi ve Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif’e (ALBA) destek vereceğini çoktan açıkladı. Bununla da kalmıyor. Latin Amerika’dan ABD emperyalizminin kapı dışarı edilmesi için Bolivarcı bütünleşmeye destek verecek olan Nikaragua, tıpkı Venezüella, Bolivya ve Küba gibi ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşmalarına karşı ve bu anlaşmaların feshinden, ulusal kaynakların millileştirilmesinden yana. Yani halkçı-devletçi ekonomi ve bölge merkezli dış politika programı Nikaragua’da da iktidara ulaştı, ezilen dünyaya selam veriyor.

Bugüne Nasıl Gelindi?
Sandinistler’in iktidardan düştüğü 1990’dan bu yana Nikaragua ekonomisi tam anlamıyla bir bataklığa dönüştü. Ülke ekonomisi tamamen ABD ve onun güdümündeki IMF, InterAmerikan Kalkınma Bankası gibi emperyalist finans kuruluşları tarafından sömürüldü. Halk bu neoliberal yıkım programının altında ezildikçe ezildi bu süreçte. Ve sonuç: Nikaragua bugün Orta Amerika’nın Haiti’den sonra en yoksul ülkesi. 5.6 milyonluk nüfusun %75’i yaşamını sürdürmek için gerekli olan günlük gıdanın yarısına bile erişemiyor. Okul çağındaki on binlerce çocuk yoksulluk nedeniyle okula gidemiyor, halkın %55’i en basit tıbbi ilaçlara erişemiyor. Nüfusun %45’inin günde 1 doların altında gelir elde ettiği, okuma yazma oranının Sandinistler’in iktidardan düştüğü 1990’dan bu yana %20 azalarak %67.5’e düştüğü ve halkın büyük bir kısmının yasadışı yollardan yaşamını sürdürme eğiliminde olduğu Nikaragua pratiğinde Ortega’nın kamucu programının iktidara ulaşmasının nasıl bir anlam ifade ettiği önemle düşünülmeli.

1990: ABD’nin Çözümü
1990’a gelindiğinde ABD güdümlü kontrgerillalar tarafından altyapısı tamamıyla çökertilmiş Nikaragua’da ABD 80’ler boyunca sadece kontraların mücadelesini desteklemekle kalmadı, aynı zamanda 89-90 sürecinde ateşlenen seçim kampanyaları sırasında Daniel Ortega’nın karşısında Violetta Chamorro’nun kazanması durumunda iç savaşın son ereceği ve “barış”ın tesis edileceği propagandasını da yaydı. Ve 1990’da ABD’nin yarattığı şiddetin sona ereceği umuduyla Nikaragua halkı Chamorro’yu iktidara taşıdı. Chamorro iktidara gelir gelmez IMF güdümlü “yapısal uyum programı”nı yürürlüğe koydu, ülke varlıkları yok pahasına satılmaya başlandı.

1996: Ortega Olmasın da!
1996’daki genel seçimlerde de ABD aynı taktiği izledi ve sağın tek bir aday etrafında birleşmesini sağladı. Böylece Ortega’nın yeniden iktidara ulaşmasını da engellemiş olan ABD, bu kez iktidara Liberal Anayasacılar Partisi lideri Arnoldo Aleman’ı taşıyordu. Arnoldo Aleman da bir önceki başkan Chamorro’nun açtığı gediği kendi serveti lehine, Nikaragua halkı aleyhine büyütmekte gecikmedi. Onun döneminde yolsuzluklar da büyük artış yaşandı. Başkanlığı döneminde kişisel servetini 250 milyon ABD dolarına yükselten Aleman, Nikaragua halkına karşı ABD’yi arkasına almanın rahatlığıyla kaynakları sömürüyor ve ABD güdümlü iktidarının uzadıkça uzayacağını düşünüyordu.

2001: ABD’nin Çözülüşü
Öyle olmadı. Aradan 5 yıl geçmişti. Yıl 2001’di. Aleman’ın kişisel yolsuzluklarının seçimleri kaybettireceğini anlayan ABD’nin yeni taktiği, Aleman’ın başkan yardımcılığı görevini yürütmüş olan Enrique Bolanos’u sağın tek adayı olarak seçime sokmak ve Daniel Ortega’nın başkan seçilmesini yeniden önlemekti. Zira 1990’dan sonra ABD’nin Nikaragua pratiğinde bütün stratejisi, Ortega’nın ve onun şahsında Sandinistler’in yeniden iktidara erişmesini engellemek üzerine kuruluydu. ABD’nin Ortega’yı iktidardan uzak tutmak için elinde kalan son barut, 11 Eylül saldırıları oldu bu kez. Nikaragua’da yoğun bir ABD destekli kampanya yürütüldü seçimlerden önce. Buna göre “Sandinistler’in uluslararası terörist gruplarla bağları vardı”. Yoksulluk içinde kıvranan Nikaragua halkının ABD yalanlarına kandığı son seçim de bu oldu. Bolano kazanmıştı. İktidarı ABD’nin yeni tehdit paradigması tarafından bir kere daha engellenen Ortega ve Sandinistler içinse mücadele yeniden başlıyordu. Nitekim öyle de oldu. Kasım 2006’da gerçekleştirilen seçimlerde %38’in üzerinde oy alarak yeniden iktidara ulaşan Daniel Ortega, 16 yıllık ABD stratejisini de tarihin çöplüğüne fırlatmış oldu.

2006: Sandinistler’in Çözümü
Sandinistler bu 16 yıllık süreci, kısmi parçalanmalar ve ideolojik yalpalamalar yaşansa da, başarıyla yönetti. Kitle çizgisinde kopulmadı. Amerikancı iktidarların ülkeyi halkın “meşru” çoğunluğunun oyları ile yönettiğini söylediği ve kaynakları adım adım tükettiği bu süreçte Sandinistler mücadeleyi hiç bırakmadı. Tarihin kendilerine yüklediği görevin bittiğine değil, yeni başladığına inanıyorlardı. Onlar açısından bu 16 yıllık süre “tarihin pususuna yatmak”tı. Tarih, devrimcileri zamanı geldiğinde göreve çağıracaktı. Öyle de oldu. Sandinistler 1990’da iktidarı kaybettikleri tarihten bugüne kadar hem ABD emperyalizmi ile hem de yerli işbirlikçileri ile savaştılar, ayakta kalma mücadelesi verdiler. Bugün Sandinistler’in iktidardan düştüğü 1990’ın ve onu izleyen yılların ABD’sinin Soğuk Savaş’ı kazanmış, tarihin sonunu ilan etmiş muzaffer edasını hatırladığımızda şunu görüyoruz: ABD güçlü olduğunda Sandinistler’i iktidardan uzak tutabilmişti; zayıfladığında ise Sandinistler yeniden iktidara erişti. Bu bakımdan bu 16 yıllık sürenin, mücadelenin müthiş diyalektiği bize bir şeyin anahtarını vermekte: Sandinistler, yükseldikçe ABD çökmekte; ABD çöktükçe Sandinistler, Bolivarcılar, Kemalistler yükselmekte. Önemli olan buna hazırlıklı olmak.

Not: Sandinistler Kimdir?
Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi, 1979’da Somoza diktatörlüğünü devirmiş ve iktidarı seçimle kaybettiği 1990 yılına kadar elinde tutmuştu. Bu süreçte Somoza diktasının ardından ülkede demokratik seçimlere geçilmiş, yeni bir anayasa benimsenerek halkçı bir dizi reform hayata geçirilmişti. Sandinistler 1930’larda ABD’ye karşı ulusal mücadele yürüten anti-emperyalist Augusto C. Sandino’dan ilham almaktaydı. Sandinistler’in iktidara geldiği 1979’dan itibaren ülkede başlayan halkçı devrim rüzgarının halk desteği alınarak sona erdirilemeyeceği ABD tarafından anlaşıldığında, kontrgerilla kadrolarının eğitilmesi ve ülkede ABD terörünün başlatılması çözümü ortaya çıkmış ve bu süreçte 50 bini aşkın insan yaşamını yitirmişti.

29 Kasım 2006 Çarşamba

Nobel Orhan Pamuk’a Değil, BOP’a Verildi


Deniz Yalçın

22 Ekim 2006


“2006 Nobel Edebiyat Ödülü, ”kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan Orhan Pamuk’a verilmiştir.”
Bu sözler, Büyük Ortadoğu Projesi’nin medeniyetler ve kültürlerarası diyalog tezlerinin kendisine yazın alanında bir temsilci bulduğunun tescili gibiydi.
O nedenle Orhan Pamuk’a verilen Nobel ödülü, ABD’nin BOP çerçevesinde 2005 yılında yeniden güçlendirme kararı aldığı “kültürel diplomasi” çalışmalarından bağımsız değerlendirilemez.


Pamuk’a Nobel Süreci Nasıl Gelişti?


ABD Dışişleri Bakanlığı, özellikle Ortadoğu’da yükselen Amerikan karşıtlığının da etkisiyle, Soğuk Savaş sırasında uyguladığı etkin kültürel diplomasi çalışmalarını canlandırma kararını 2005’te aldı. Bu kez amaç, özellikle Müslüman nüfusun yoğunlukta olduğu ülkelerin aydınlarını, yazarlarını “Amerikan değerleri”ni yaymak adına kazanmak olarak açıklanmıştı. Eylül 2005’te ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan raporda ise, sürecin yol haritası ve izlenecek yöntemler saptandı. Amaç kültürel alanda “modeller” yaratmak ve ABD’nin BOP’u çerçevesinde ideolojik hegemonya faaliyetleri yürütülmesini sağlamak olarak ifade ediliyor; bunun için de kültürler arası, medeniyetler arası diyaloğu çalışmalarının odağına alan yazarların kazanılmasının önemi vurgulanıyordu.
Orhan Pamuk’un 1985-1988 yılları arasında katıldığı ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Uluslararası Yazarlık Programı’nın da, bu süreçte yeniden güçlendirilmesi kararı alındı. Bu program, açıldığı tarihten bu yana düzenli olarak İslam ülkelerinden yazarlar seçiyor ve yetiştiriyordu. İnternet sitesi ABD’nin kültürel diplomasi çalışmalarını yeniden gündeme getiren Eylül 2005 tarihli Dışişleri Bakanlığı Raporu ile açılan söz konusu yazarlık programının özellikle çekici kılınması için bu süreçte başka ne yapılabilirdi? Orhan Pamuk’un bu programa katılan yazarlar arasında Nobel Edebiyat ödülü alan ilk kişi olması, bu noktada anlamlıdır.

Uluslar arası Yazarlık Kursu’nun İşlevi

Orhan Pamuk’un ABD’de iken katıldığı bu program ABD Dışişleri tarafından çok önemseniyor. Orhan Pamuk’un bu noktada bir model olduğu da, Dışişleri yetkililerinin kültürel diplomasi konusundaki hemen tüm açıklamalarında yer buluyor. Örneğin ABD’nin yarı resmi Dışişleri Bakanlığı görevini yerine getiren Dış ilişkiler Konseyi’nin (CFR) 2002’de yayımladığı “ABD’nin Türkiye’de Kültürel Diplomasi Faaliyetleri” başlıklı raporda, Pamuk’un katıldığı uluslararası yazarlık programına vurgu yapılıyor ve Orhan Pamuk’tan şöyle söz ediliyor: “Kültürel programlar fark yaratır. Orhan Pamuk gibi ABD’de yaşamış ve çalışmış yazarlar, Türkiye’deki insanlara Amerikan tarihini ve değerlerini daha iyi anlatmak açısından büyük bir değer taşımaktadırlar.”


2004: Bush İlk Sinyalleri Veriyor


2004 yılında İstanbul’da ABD Başkanı G. W. Bush tarafından yapılan konuşma da, Orhan Pamuk’un çalışmalarının BOP’un kültürel modeli olarak seçildiğinin güçlü işaretlerini veriyordu. Nobel yakındı. Bush şöyle diyordu: “Orhan Pamuk’un yapıtları, kültürler arasında bir köprüdür, tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi. Pamuk’un da söylediği gibi, bu toprakların insanları önemli olanın tarafların, uygarlıkların, kültürlerin, Doğu ile Batı’nın çatışması olmadığını anlamıştır. Pamuk, “asıl önemli olan, diğer kıtalardan ve uygarlıklardan insanların tıpkı sizin gibi olduğunu fark etmektir” demekte haklıdır.”
2005’te kültürel diplomasi çalışmalarının hızlandırılması kararının alındığı dönemde ise, Pamuk’un uluslararası çapta bir pazarlama kampanyası ile Nobel’e hazırlanması süreci de hız kazandı. Bu aynı zamanda Pamuk’un Türkiye düşmanlığı konusunda da ABD ile aynı cephede yerini güçlendirdiği yıldı.


Pamuk, Türkiye Düşmanlığı’nda ABD ile Kol Kola


Pamuk bir İsviçre gazetesine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Benim dışımda kimse söylemiyor; bu topraklarda bir milyon Ermeni, 30 bin de Kürt öldürüldü”. Yine İngilizler’in The Times gazetesine de benzeri yönde bir açıklama yapan Pamuk, sözlerinin arkasında olduğunu, Türkiye'de Ermeni katliamının tabu kabul edildiğini ve tartışılamadığını ifade ediyordu. Söyleşide Türkiye'nin Ermeni katliamını tartışmasının vaktinin geldiğini belirten Pamuk, bu 'bilgi'nin Türk insanından saklandığının ve bunun 'iyi bir şey' olmadığının da altını çiziyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı: Türkiye’de Tabuları Yıkmayı Teşvik Ediyoruz
Şimdi ABD’nin Orhan Pamuk’un tabuları yıkması ile ilgili değerlendirmesine bakalım ve Pamuk tabuları kimin için yıkıyormuş, bunu görelim. 27 Mart 2006 tarihinde Amerika Ulusal Konferansı Ermeni Meclisi heyeti ile ABD Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Daniel Fried arasında Washington’da gerçekleştirilen görüşmede Fried’in Pamuk için kullandığı ifadeler aynen şöyle: Türkiye’yi, kuşaklar boyunca tabu olarak kabul edilen konuları daha ciddi ele almaya teşvik etme yollarını arayan bir politika güdüyoruz. Bu sürecin Türkiye’de başladığını da söyleyebilirim. Örneğin ünlü Türk yazarı Orhan Pamuk’un bu konuyu açıklıkla dile getirdiğini hatırlarsınız.” Orhan Pamuk’a “tabuları yıkma görevi”nin kim tarafından verildiği bu sözlerden açıklıkla anlaşılıyor. Tabuları yıkma karşılığında Pamuk’un payına ise Nobel düşüyor. ABD BOP kapsamında AKP’ye biçtiği misyonu, kültürel alanda Orhan Pamuk’a veriyor.


Türk Edebiyatı Hakkındaki Sözleri


Gelelim Pamuk’un yazarlık anlayışına ve Nobel sonrası yaptığı “bu ödül Türk edebiyatına verilmiştir” şeklindeki açıklamasına. Pamuk burada da sahiplenmediği bir mirasa gönderme yaparak Türk edebiyatçılarını yanına çekmeye, sürece meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Oysa aynı Pamuk, kendisini uluslararası çapta pazarlama sürecinde gerçekleştirilen söyleşilerden birinde, bakın Türk edebiyatında kendisinden önceki kuşaklar hakkında neler söylüyor: “ilk kitaplarımı yayımlarken, bir önceki yazar kuşağı yok olmak üzereydi. Dolayısıyla yeni bir yazar olarak olumlu karşılandım.” Söyleşiyi gerçekleştiren Paris Review ekibi burada devreye girerek şu soruyu soruyor: “Bir önceki yazar kuşağı derken aklınızda kimler var?” ve Pamuk şöyle yanıt veriyor: “Bir önceki kuşağın yazarları, toplumsal sorumluluk hisseden, edebiyatın ahlaka ve politikaya hizmet etmesi gerektiğini düşünen yazarlar. Onlar gerçekçi yazarlar. Birçok yoksul ülkedeki yazarlar gibi onlar da yeteneklerini milletlerine hizmet etme arayışları yolunda harcadılar. Ben onlar gibi olmak istemiyorum.”
İşte Nobel Edebiyat Ödülü, ülkesinin ve halkının sorunlarına duyarlı edebiyat mirasını “ben onlar gibi olmak istemiyorum” diyerek reddeden, yeteneklerini başka amaçlar için değerlendirdiğini bu kadar açıklıkla belirten ve “bu Nobel, Türk edebiyatına armağandır” diyerek edebiyat dünyasından meşruiyet arayan böyle bir yazara verildi. Bununla da kalmıyor.

“Atatürk’ün Ordusu İhtiyaçlarımıza Uygun Değil”

Nobel’i Orhan Pamuk’un almasını sevinçle karşılayanlar, ABD’nin kültürel diplomasi çalışmaları nezdindeki bu ilk büyük hamlesini de sevinçle karşılamış oluyorlar. Pamuk’un misyonunun “tabuları yıkmak” ve “Türk tarihini tartışmaya açmak” olduğunu, gerek ABD Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin açıklamaları gerekse Pamuk’un kendi sözleri ele veriyor. “Türk tarihinin hakkından gelinecek” diyen AB temsilcisi Karen Fogg’u anımsatırcasına, Pamuk’un Ekim 2005’te İspanyol ABC Gazetesi’nde yayımlanan söyleşisinde kullandığı şu ifadelere göz atalım bir de: “Atatürk’ün ordusu, bugünkü ihtiyaçlarımız için uygun değil; bu ulusal, güçlü, Jakoben proje, hükümeti bir korse gibi sıkıyor. İhtiyacımız olan, daha liberal bir hükümete sahip olmak”. Kemalist Devrim’i eleştirip AKP’nin hareket serbestisi kazanmasını dert edinen Orhan Pamuk’a ancak bir saptama uygun düşüyor: 11 Eylül aydını.
ABD her ne kadar BOP adına Orhan Pamuk’u öne çıkarsa da, Türkiye bu oyuna gelmiyor. Türk halkının büyük bir çoğunluğunun tepki duyduğu Pamuk’u kendisine model seçen ABD ise, çaresizliğini itiraf etmiş oluyor. Çünkü artık ne AKP ne de Orhan Pamuk itibar görüyor.


Not: Bu Yazı 22 Ekim 2006 tarihli Aydınlık dergisinde yayımlanmıştır.