25 Aralık 2006 Pazartesi

CHAVEZ BİRLEŞİK SOSYALİST PARTİ İLE VENEZÜELLA’YI BİRLEŞTİRİYOR




Not: Bu yazı 24 Aralık 2006 tarihli Aydınlık dergisinde yayımlanmıştır.

Deniz Yalçın

3 Aralık 2006’da gerçekleştirilen başkanlık seçimlerinde oyların %63’ünü alarak yeniden Venezüella Devlet Başkanı seçilen Hugo Chavez Frias, 18 Aralık’ta seçim sonuçlarının kutlandığı geniş katılımlı gösteride Venezüella’da kendisine destek veren 23 sol parti ve hareketin tek bir çatıda birleşmesinin zamanının geldiğini, bunun Bolivarcı Devrim’in geleceği açısından büyük önem taşıdığını dile getirdi.
İlk olarak kendi partisi Beşinci Cumhuriyet Hareketi’ni feshetme kararı aldıklarını duyuran Chavez, seçimlerde kendisini destekleyen tüm partilerin tek çatı altında birleşmesi yoluyla oluşturulacak yeni partinin “tabandan sosyalizmi inşa etmek” adına büyük önem taşıdığını ifade ederek, yeni parti için Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi adını önerdi. Chavez yeni partinin var olan partilerin birleşimi olmayacağını, bu partinin seçim için değil tabandan devrim için oluşturulacağını, partinin fikir meydanında savaşacağını ve de Venezüella tarihinin en demokratik partisi olacağını belirtti.

Önemli olan “vatanın partisi”
Yeni partiyi, "Bolivar Devrimi’nin büyük partisi" olarak tanımlayan Chavez, Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi’nin Cumhuriyet'i ve devrimi simgelemesi gerektiğinin de altını çizdi. Seçimlerde kendisini destekleyen partilerin dağınık yapılarının 21. yüzyılın sosyalizminin inşası önünde bir engel olduğunu söyleyen Chavez, sosyalizmin bir sihir sonucu gerçekleşmeyeceğini ifade ederek, yeni partinin emperyalizme ve kapitalizme karşı yürütülen “fikir savaşı”nda, ileriye doğru atılımı sağlayacak sosyalist programın gerçekleştirilmesinde büyük bir görev üstleneceğini özellikle vurguladı.
Chavez çağrısını şu önemli mesajı vererek sona erdirdi: “Bu sözünü ettiğim şey geniş bir cephe değil, tek bir parti. Renkleri, sembolleri unutun. Bunların hepsi önemsiz. Önemli olan “vatanın partisi”dir.

İlk Tepkiler
Chavez’e 3 Aralık seçimlerinde devlet başkanlığı kapısını bir dönem için daha aralayan %63’lük seçmen desteğinin arkasında, tek çatı altında birleşmeye davet edilen 23 parti ve hareketin desteği de belirleyiciydi. Ancak burada en büyük pay, Chavez’in partisi Beşinci Cumhuriyet Hareketi’ne (MVR) ait. Chavez’in elde ettiği %63’lük oy oranının %41.7’si kendi partisi MVR’den; %14.5’i PODEMOS (Sosyal Demokrasi İçin), PPT (Herkes İçin Anavatan) ve Venezüella Komünist Partisi’nden; geriye kalan %7’lik oy ise diğer 20 sol partiden geliyor.
Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti çağrısına, birleşmeye çağrılan partilerden gelen ilk tepkiler olumlu. Chavez’in çağrısına ilk olumlu yanıtlar PPT (Herkes İçin Anavatan) ve UPV’den (Venezüella Halk Birliği) geldi. Ayrıca Venezüella Komünist Partisi, söz konusu teklifi değerlendirmek üzere parti kongresini olağanüstü toplamaya karar verdi.

Bolivarcı Devrim Hareketi’nden Birleşik Sosyalist Parti’ye
Peki Chavez’in ülkedeki tüm milli, emperyalizm karşıtı unsurları tek bir partide toplama ve emperyalizme karşı ideolojik ve siyasal mücadeleyi derinleştirerek Bolivarcı Devrim’i ilerletme arayışına nasıl gelindi?
Chavez’in yaptığı çağrının kökleri, Venezüella’da büyük iktisadi yıkımların, krizlerin gerçekleştiği, siyasal yozlaşmanın ve yolsuzlukların maliyetinin topraksız köylülerin, küçük üreticinin, yerli sanayicinin ve emekçi kesimin omuzlarına yüklendiği 1980’li yıllarda belirdi. 1982’de Venezüella Ordusu içinde yaşları 28’i aşmayan, ülkenin içine düştüğü bataklıktan rahatsız, içlerinde Chavez’in de bulunduğu genç subaylar tarafından oluşturulan Bolivarcı Devrim Hareketi (MVR-200), çalkantılı yıllarda cumhuriyetin kurtarılması için milliyetçi ve solcu aydın, siyaset çevresi ile temasa geçti. 1989’da Caracazo olayları olarak anılan, yaklaşık 1000 kişinin yaşamını yitirdiği başkaldırı ise, 90’ların sonuna doğru Venezüella siyasetine damgasını vuracak Bolivarcı Devrim sürecinin habercisi oldu. Bolivarcı Devrim’e giden yolda milat olarak görülebilecek bu tarihten sonra Venezüella pratiğinde emperyalizmin yarattığı çelişmeler derinleşti; siyasal yapılanmalarda emperyalizm ile ittifak veya karşıtlık, ana eksen olarak belirdi. Bu süreç, ülkede baş çelişmenin milli çelişme olarak belirdiğinin itirafı niteliğindeydi ve iktidarı hedefleyen Bolivarcı programı, bu çelişme ekseninde emperyalizme karşı mevzilenen sınıfların gereksinimleri meydana getirdi.
1998’de Bolivarcı Devrim Hareketi, Chavez’in devlet başkanlığı için adaylığını destekleyerek ilk kez seçimlere katılmaya karar verdi. Venezüella yasalarının Bolivar adını taşıyan parti ve hareketlere izin vermemesi nedeniyle, Beşinci Cumhuriyet Hareketi’nin oluşturulduğu ilan edildi ve seçimlere bu isimle girildi. Beşinci Cumhuriyet Hareketi, amacını “cumhuriyeti yeniden inşa etmek” olarak açıklamıştı. Dördüncü cumhuriyet dönemi, Simon Bolivar’ın öldüğü 1830’lu yıllardan başlayıp 1990’lara uzanan süreci kapsıyordu ve Chavez bu dönemi “halkının çıkarlarını savunmaktan uzak oligarşik yapıların iktidarda olduğu dönem” olarak değerlendiriyordu. Amaç Bolivarcı ruhu diriltmek, Bolivarcı cumhuriyeti yeniden inşa etmek ve Latin Amerika’yı bu temelde birleştirmekti.

Bolivarcılar: Baş Çelişme Milli Çelişme
Venezüella’da 1980’li yıllardan itibaren, emperyalizme bağımlı kapitalist kesimin ve büyük toprak sahiplerinin ortaya koydukları neoliberal program çöktü. Ne ideolojik ne de siyasal düzeyde kitleleri etrafında örgütleyebilecek bir programa sahip olan emperyalizme bağımlı burjuva kesimi ve onunla ittifak halindeki büyük toprak sahiplerinin programının ve onların geleneksel partilerinin çöküşe geçtiği ortamda Beşinci Cumhuriyet Hareketi doğdu. Ülkedeki baş çelişmeyi sol-sağ ayrışmasından çok emperyalizm ile karşıtı güçler arasında gören, milli çelişmeyi merkeze alan Beşinci Cumhuriyet Hareketi, bu eksende topraksız köylüleri, işçi sınıfını, emperyalizme bağımlı kapitalist sınıfla rekabette çöküşe sürüklenen ulusal burjuvaziyi Bolivarcı program etrafında birleştirdi. Bolivarcı Program, Venezüella’nın Milli Hükümet Programı’ydı. Bu program, Venezüella’nın siyasi ve ekonomik olarak bağımsızlığını, ekonomik olarak ülkenin kendi kendine yeterliliğinin sağlanmasını, milli bir görev ahlakının yerleştirilmesini, yolsuzluğun ortadan kaldırılmasını ve toprak reformunu öngörüyordu. Venezüella’da emperyalizmin yok olmaya sürüklediği sınıfları birleştiren program, aynı zamanda sosyalistlerle milliyetçileri birleştiren Bolivarcı programdı.

Birleşik Sosyalist Parti önerisinin anlamı
1999’da yemin ederek göreve başlayan Hugo Chavez’in programı, bugün savunduğu programa göre daha merkezdeydi. Aralık 2006 seçimleri öncesine kadar Venezüella Kültür Bakanı olarak görev yapan ve sosyalist kanattan hükümete katılan Hector Soto, kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide Chavez’in evrimiyle ilgili şu önemli saptamaları yapıyordu: “Bugünün Chavez’i, 1998’de iktidara gelen Chavez’le aynı değil. 1998’de Chavez sosyal demokrattı, şimdi ise kesinlikle sol cephede. Chavez uygulamaya koyduğumuz projeyi sosyalist, kollektivist ve anti-kapitalist olarak nitelendiriyor ki, 1998’de ya da 2000’de böyle değildi. Yapılan araştırmalardan ve yaşanan gerçeklikten, kapitalizm denizinde herkes için refahın gerçekleşmesinin mümkün olmadığı gerçeğini öğreniyor. Chavez merkezden gelip sola doğru ilerliyor.”
Hem Chavez’in siyasal evriminde hem de sosyalist partilerin Chavez’in Bolivarcı Devrim sürecine bakışlarında belirleyici olan olay, 2002 yılında ABD desteğiyle gerçekleştirilen ve Chavez’i 48 saatliğine görevden uzaklaştıran askeri darbeydi. Darbenin bertaraf edilmesini ve Chavez’in halkın büyük desteği sonucunda yeniden iktidara getirilmesini izleyen devrimci süreç, aynı zamanda Chavez’in emperyalizm karşıtı siyasetini güçlendirmesine ve sosyalizm hedefini seslendirmesine de imkan vermesiyle radikalleşti.
Diğer taraftan Beşinci Cumhuriyet Hareketi, hiçbir zaman gerçek anlamda bir siyasal parti olmadı. Daha çok seçim dönemlerinde Chavez’in bir araya getirdiği siyasal unsurların birleştiği platform görevini üstlenen bu hareketin, Bolivarcı Devrim’in bu yeni aşamasında Chavez tarafından feshedilmesi ve Chavez’in ilk kez, tabandan örgütlenerek gelen, fikir savaşını kazanmaya katkı verecek, 21. yüzyılın sosyalizminin inşa edilmesine önayak olacak birleşik bir parti fikrini ifade etmesi nasıl yorumlanmalı?

Chavez Neyi Saptıyor?
Chavez, emperyalizm çağında Ezilen Dünya’da milli demokratik devrimi sonuna kadar ilerletebilmek için milli kuvvetlerin Sosyalizm’e yönelmek zorunda olduğunu ve yine emperyalizm çağında kapitalizm ile ayakta kalmanın mümkün olmadığını saptıyor.
Chavez, ABD emperyalizminin yaşadığı çöküşün farkında. Bununla birlikte ABD’nin, yıllardır bir araya gelmeyi başaramayan sağın işbirlikçi kesimlerini Bolivarcı Devrim karşısında birleştirmesinin ve sağın tek adayla seçimlere girmesinin gelecekte yaratabileceği tehlikenin de farkında. Emperyalizmin örgütlülüğü karşısında, emperyalizm karşıtı Bolivarcı Devrimciler’in siyasal olarak parçalı ve dağınık bir yapıda kalmaları, Bolivarcılar için endişe kaynağı. Zira emperyalizm ve Venezüella’nın emperyalizme bağlanmış sermaye gruplarının TÜSİAD’ı konumundaki örgütü Fedecamaras ve toprak reformu ile güçleri gerileyen büyük toprak sahipleri, Bolivarcı devrim sürecini tersine çevirmek için siyasal planda ayrılıkları geri plana atarak Chavez’in karşısında tek adayı güçlendirme stratejisi izliyor. Emperyalizmin birleştirdiği sınıflara karşı Chavez de milli kuvvetlerin birleşmesinin ve bunun tabandan örgütlenmesinin büyük bir zorunluluk olduğunu görüyor. Chavez, devrimci sürecin milli kuvvetlere öncülük edecek bir parti olmaksızın ilerletilemeyeceğini saptıyor.

Bolivarcı Devrim, Öncü Partisi’ni Kuruyor
Öte yandan Chavez’e son seçimlerde destek veren %63’lük seçmen kitlesiyle, anketlerde sosyalizm düşüncesine katıldığını belirten Venezüellalılar’ın oranının hemen hemen aynı olması, bu noktada önemli bir saptamaya da olanak veriyor. Chavez devrimcileşirken, kendisine destek veren kesimleri de devrimcileştiriyor. Sosyalizm düşüncesine duyulan inanç, giderek Chavez’e olan destek paralelinde biçimlenmeye başlıyor. Venezüella’nın devrimci dönüşümünü kendi şahsında cisimleştiren Chavez, bu olumlu yükselişi tabandan örgütlenen, güçlü bir halk desteğine sahip bir siyasal parti aracılığıyla kurumsallaştırmak ve kalıcılaştırmak istiyor. Zira Chavez devrimci sürecin kaderini, kendi kaderine bağımlı kılmak istemiyor. Dolayısıyla, devrimin tarihsel koşullarının kendisinden sonra da ilerletilebilmesi için ideolojik ve siyasal birlik, mücadele aygıtı arıyor. Bu mücadelenin “partisiz” yürütülemeyeceğinin farkında. Bu nokta, Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti çağrısının altında yatan dinamikleri kavramak açısından büyük önem taşıyor. Zira Chavez’in anayasal görev süresi 2012’de dolacak. Chavez, Bolivarcı Devrim’in birleştirici gücünün “parti” olacağının farkında ve bundan sonrası için bu hedefe kilitleneceğinin işaretlerini veriyor.
Bu noktada Chavez’in tarihsel olarak gördüğü bir önemli işleve daha vurgu yapmakta yarar var. Chavez kendisiyle birlikte Venezüella halkını sosyalizm düşüncesine yaklaştırırken, solda yer alan partileri de milli çizgiye çekiyor. Yani Bolivarcılık, emperyalizm karşıtı güçleri milli hükümet programında ve onun partisinde birleştiriyor. Dolayısıyla Chavez siyasal düzeyde ülkenin sosyalist güçlerini ortak bir program ve parti etrafında birleşmeye çağırırken, aslında hatları belirginleşmiş bir milli programın ve bu program etrafında halihazırda birleşen güçlerin partisini oluşturmayı kastediyor. Bu son derece önemli. Yani Venezüella’nın halkçı, milliyetçi ve sosyalist güçleri, tek parti bayrağı altında mücadeleyi birleştiriyorlar. Bunu da, tüm sol partilerin bu bayrak altında birleşmeye çağrılmamasından anlıyoruz. Örneğin Bandera Roja, The MAS, Causa Radical, Union ve Solidaridad gibi sol partiler, Chavez karşıtı cephe içerisinde yerlerini çoktan almış durumdalar. Dolayısıyla burada Chavez’in birleşmeye çağırdığı parti ve hareketlerde sadece sol nitelik değil; Bolivarcı Devrim’e, milli programa yaklaşmış olma ölçütü de aranıyor. Bu da Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti çağrısının halkçı, milliyetçi ve sosyalist güçler arasındaki birliği ifade edeceğini ve devrimci sürecin partileşerek derinleştirileceğini anlatıyor.
Ayrıca dikkatle üzerinde durulması gereken bir diğer unsur da, Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti oluşturulmasını “fikir savaşı”nı kazanmak için de önermiş olması. Bu da çok önemli, zira Chavez kendisine destek veren halk kitlesini sosyalizm düşüncesine yaklaştırırken, bir yandan da bu sürecin ideolojik düzeyde mücadelesini yürütecek partili kadroların ve “organik aydınlar”ın yetiştirilmesinin önemine vurgu yapıyor. İdeolojik düzeyde emperyalizme karşı yürütülecek mücadelede parti ve aydınlar büyük önem taşıyor. Bolivarcı Devrim pratiğinde ideolojik mücadelenin önemini Kültür Bakanı Hector Soto, kendisine yöneltilen “tam olarak iktidarda mısınız?” sorusuna yanıt verirken şöyle saptıyor: “İktidarın tamamına sahip olduğumuzu hissetmiyoruz. İktidarın sadece küçük bir kısmına, yani hükümete sahibiz. İktidar, medya tarafından denetlenen ideolojide içkin hala.” Dolayısıyla Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti çağrısında ifade ettiği “fikir savaşı”nı kazanma hedefi, sosyalizm düşüncesine yaklaşan halk kitlesinin ulusalcı pratiğiyle sosyalist kadroların teorisini Bolivarcı Devrim programı nezdinde birleştirme çabasından ayrı düşünülemez.
Sonuç olarak Chavez’in Birleşik Sosyalist Parti önerisi, ezilen dünyanın kurtuluşu için anahtar konumda olan evrensel bir gerçeğe işaret ediyor: Halkçılar, milliyetçiler ve sosyalistler birleştiğinde emperyalizm yenilmektedir. Hem Kemalist Devrim pratiğimizin hem de Bolivarcı Devrim’in bugün geldiği aşamanın anlattığı evrensel gerçek budur.

22 Aralık 2006 Cuma

CFR Başkanı Richard Haass’ın Kaleminden “Yeni Ortadoğu”

Deniz Yalçın

ABD’nin yarı resmi Dışişleri Bakanlığı olarak da bilinen Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) Başkanı Richard Haass imzasıyla Foreign Affairs dergisinin son sayısında yayımlanan “Yeni Ortadoğu” başlıklı başmakale, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin yenilgiye uğradığını ilk ağızdan itiraf ediyor. Makale, Richard Haass gibi bir isim tarafından kaleme alınması bakımından önemli. Daha önce ABD Dışişleri Bakanlığı’nda birçok üst düzey görevde bulunan Haass’ın CFR Başkanlığı’na getirilmesi de rastlantı değildi. Haass, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin fikri mimarları arasında yer alan ve AKP’yi 2002 seçimleri öncesi “ılımlı İslam modeli” olarak yeni muhafazakar yayın organları aracılığıyla pazarlayan bir isim. Bu nedenle Haass’ın ABD dış politikasına yön veren Foreign Affairs dergisinde yayımlanan makalesi ve söyledikleri dikkate değer.

Haass: “ABD Üstünlüğü Bitti”

Haass makalesine ABD açısından oldukça karamsar bir Ortadoğu tablosu çizerek başlıyor ve ABD’nin Ortadoğu’daki yenilgisini gözler önüne serecek biçimde şöyle diyor: “Ortadoğu’da ABD üstünlüğü dönemi sona erdi ve yeni bir tarihsel süreç başladı. Bu yeni dönem, yeni aktörler ve güçler tarafından biçimlendirilecek.” Haass’ın sözleri, Ortadoğu’da ABD için yenilginin artık apaçık gündeme geldiğinin göstergesi. Ayrıca Haass’ın “yeni Ortadoğu” ifadesi ile, ABD’nin rahatça at koşturamaz hale geldiği, Çin ve Rusya’nın bölgedeki etkisini arttırıp ilişkilerini güçlendirdiği yeni bir dönemi anlatmak istediği de, ilk cümleden anlaşılıyor. Haass’ın karamsarlığı şu cümlelerle sürüyor: “Yeni, barışçı, esenlikli ve demokratik bir bölge vizyonu gerçekleşmeyecek. Doğmakta olan yeni Ortadoğu, kendisine ve ABD’ye büyük zararlar verebilecek nitelikte.”

“Eski Ortadoğu”

Haass, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler’in dağılması ile birlikte ABD’nin Ortadoğu’da daha önce öngöremediği ölçüde etkiye ve hareket serbestisine kavuştuğunu belirtiyor ve kendisinin “eski Ortadoğu” olarak adlandırdığı dönemin belirgin niteliklerini şöyle sıralıyor: “Saldırgan bir Irak; radikal, ancak bölünmüş ve görece zayıf bir İran ve bölgenin en büyük gücü, nükleer silah sahibi İsrail.”

Çöküşün 4 Nedeni
Eski Ortadoğu’yu bu şekilde tanımlayan Haass, ABD’ye sadece 15 yıllık bir üstünlük sağlayan bu “eski” dönemin sonunu getiren 4 neden sayıyor: Birincisi ve en önemlisi, Bush yönetiminin 2003 yılında Irak’ı işgal etme kararı alması ve ardından yaşanan gelişmeler. İkincisi, Ortadoğu barış sürecinin çöküşü. Ortadoğu’da Amerikan devrinin sona ermesine yol açan üçüncü etmense, geleneksel Arap rejimlerinin radikal İslamcı yükselişe yanıt geliştirmekteki başarısızlığı. Haass’a göre sonuncu etmen, küreselleşmenin bölgeyi dönüştürmesi. Özellikle medyada yaşanan küreselleşmenin bütün Ortadoğu’da ABD zulmünü kitlelere aktarmaya hizmet ettiğini, bunun Amerikan karşıtlığını arttırdığını ve artık bölgedeki hükümetlerin ABD ile eskisi gibi esnek ve rahat bir ilişki geliştirmekten çekindiğini belirten Haass, bunun çok önemsenmesi gerektiğinin de altını çiziyor.

Yeni Ortadoğu: “Avrasya güçleri ABD’ye meydan okuyacak”

Bu saptamaların ardından Haass, makalesinde Ortadoğu’nun geleceğine dönük 12 öngörüde bulunuyor. Bunların öne çıkanları ise şunlar:

- ABD’ye, diğer bölgesel güçler tarafından sürekli meydan okunacak. Çin ve Rusya, olası bir İran operasyonuna karşı her türlü direnişi gösterecek. Çin, Rusya ve bazı Avrupa devletleri kendilerini ABD’nin politikalarından ayrıştırma yolunu seçecek. Diğer bir deyişle Avrasyacı hat belirginleşecek.

- İran, İsrail ile birlikte bölgenin en önemli iki gücünden biri olacak.

- Irak’taki karışıklık sürecek, şiddet artarak toplumun bölünmesi süreci hız kazanacak. Ve en kötüsü, komşularına da sıçrayacak bir iç savaşın sonucunda Irak, “başarısız devlet” olacak.

- Çin ve Hindistan’dan gelen petrol talebi nedeniyle, petrol fiyatlarında gerileme olmayacak. İran, Suudi Arabistan ve diğer petrol üreticisi ülkeler, bu durumdan büyük yararlar sağlayacak.

BOP’çular Baklayı Ağızlarından Çıkarıyor: “Demokrasi Terörizme Yanıt Değil”

ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisinin başarısızlığa uğramasının temelinde askeri güce aşırı güvenmenin yattığını belirten Haass, hem ABD’nin hem de İsrail’in Irak ve Lübnan deneyimleri üzerinden şu çıkarımı yapması gerektiğini belirtiyor: “Askeri güç, sihirli değnek değildir.” Ne Irak’ta ne de Lübnan’da askeri seçeneğin başarıyı getirmediğini, bu nedenle bu seçeneğin son seçenek olarak değerlendirilmesinin zamanının geldiğini ifade eden Haass, demokrasinin gelişmesinin bölgeyi sakinleştireceği yönündeki varsayımın ikinci büyük hata olduğunun anlaşıldığını yazıyor ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Demokrasi terörizme yanıt değil. ABD yönetimi, antidemokratik hükümetlerle çalışmayı sürdürmeli.”

Haass’ın “Yeni Ortadoğu”su: Tükeniş

ABD’nin Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi bahanesi üzerinden arttırdığı saldırganlığını en hararetli biçimde savunan Haass’ın geldiği çizgi önemli. Demokrasi’nin ABD emperyalizmi açısından taşıdığı anlamı göstermesi bakımından oldukça açık sözlü davranan Haass, ABD’nin Ortadoğu’da, askeri olmayan araçlardan ve yöntemlerden yararlanmasının yapılacak ilk önemli iş olduğunu belirttiği makalesini, her türlü diplomasinin öne alınması gerektiğini açıklayarak sona erdiriyor.

Sonuçta Haass’ın ABD dış politikasına yön veren, yön vermenin yanında ABD Dışişleri Bakanlığı’na egemen olan fikirleri ve geleceğe dönük politika değişikliklerini de bildirme işlevi gören Foreign Affairs dergisinde yayımlanan bu başmakalesi, ABD’nin yenilgisini olduğu kadar çaresizliğini de ilk ağızdan göstermesi bakımından tarihe geçecek nitelik taşıyor.

Richard Haass Kim?

Richard Haass, ABD’nin gayri resmi Dışişleri Bakanlığı olarak da bilinen Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) Temmuz 2003’ten bu yana başkanlığını yürütüyor. ABD dış politikasında oldukça etkili bir isim olan Haass, bu göreve gelmeden önce son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Siyaset Planlama Daire Başkanlığı görevini yürütmekteydi. Haass aynı zamanda bir önceki ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın başdanışmanı olarak görev yaptı. 1989 ile 1993 yılları arasında George Bush’un özel yardımcılığı görevini de yürütmüş olan Haass, özellikle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ve AKP temelinde “ılımlı İslam” modelinin fikri önderleri arasında yer alıyordu. AKP iktidarının Türkiye’yi Ortadoğu ülkelerine ılımlı İslam ülkesi olarak yansıtmaya yarayacağının ABD Dışişleri’ndeki en hararetli savunucularından olan Haass’ın bu son makalesi, bu stratejinin başarılı olamadığının bir kanıtı olması bakımından büyük önem taşıyor.

Not: Bu Yazı 5 Kasım 2006 tarihinde Aydınlık dergisinde yayımlanmıştır.

10 Aralık 2006 Pazar

Pamuk'un Babasının Bavulu mu Sizi Ağlatan, Yoksa Çaresizliğiniz mi?







Deniz Yalçın

10 Aralık 2006

Orhan Pamuk'un Nobel töreni haftasında, Amerikancı ve AB'ci basın telaş içinde harekete geçti. Ekranlarda, gazetelerde ve köşe yazılarında, tam anlamıyla bir sevimlileştirme kampanyası yürütülüyor. Orhan Pamuk sağanağından kaçmak ne mümkün! Zaman, Radikal ya da diğer bir deyişle Maviler ittifakı yanına Milliyet'i ve Yeni Şafak'ı almış, Star gazetesi eliyle de Cumhurbaşkanı Sezer'e Pamuk'u kutlamaması noktasında hesap sormaya kadar işi vardırmış ve yine çaresizlikten olacak, toplumda heyecan dalgası yaratmak adına bu ödülü futbolun, sporun popüler kavramları ile anlamlılaştırmaya çalışıyorlar. Şahin Alpay, Zaman'da 9 Aralık tarihinde Nobel ödülünü "edebiyat olimpiyatlarının altın madalyası" olarak tanımlamaya götürmüş işi, İsmet Berkan ise aynı gün Radikal'de yayımlanan yazısında, olayın önemini Galatasaray'ın 2000'de UEFA Kupası'nı kazanmasıyla özdeşleştirerek tabana yaymaya çalışmış. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Milliyet'in tavrı da böyle.
Şimdi düşünüyorum da, burjuvazinin devrimci dönemlerinde kendine özgü bir kültürü, bir yurttaşlık projesi vardı. Bugünse emperyalizm çağında burjuvazinin uluslararasılaşmış kesiminin böyle bir projesinin bulunmadığı ortada. Geçmiş dönemin ulusal temelli kültürel yapısını parçalarken, Türkiye toplumunu etnik ve dini temelde kimlik politikaları ile ayrıştırmaya çalışırken, "ulusal" olan her şeyle çatışmayı kendisine sürekli iş edinirken, belleklerde boşluklara ve kaosa ortam hazırlarken, Kemalist Devrim'in yerleştirdiği ulusal kültürün ve kültür politikalarının yerine ne önermiştir bu kesim? Ajdarlar'ı, Semra hanımları, ekranlardan evlerimize giren o “yılışık ulumaları”, dizi bağımlılıklarını, futbol endüstrisini ve dolayısıyla fanatizmi getirip koymuşlardır bu parçalanmış kültürel vazonun yerine. Şimdi o yarattıkları canavara bakın ki, dolanmış sarmış bedenlerini boylu boyunca, boğuyor bu kesimi. Ve bağırıyorlar köşelerinden: "Sevinin bu ödül için". İş artık sadece Türk olduğu için ya da Türkçe konuştuğu için sevinin" tarzı çaresiz haykırmalara kalmış görünüyor. Ne çok kızardı bu kesim halbuki "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle" olmuşluğumuza. Şimdi o ilkeye sarılmışlar, "canım hepimiz Türküz, seviniverin işte" diyecek noktaya gelmişler.
Aslında farkında oldukları şey şu: Türkiye toplumunda yaşanan büyük kültürel kirlenmeye, yozlaşma ve yabancılaşmaya öyle çok katkı verdi ve öyle çok sessiz kaldı ki bu kesim, şimdi bir edebiyat/kültür ödülüne sevinecek insan bulamıyorlar. Yani durum şu: Toplumu kültürsüzleştirirseniz, sonra kültürel aygıtların üzerinde işleyeceği bir toplum da kalmaz. O bakımdan yapılan anketlerde halkın 1/3'ünün Nobel'den ya da Pamuk'un Nobel almış olmasından haberdar olmaması, sadece Pamuk'a duyulan tepkiden değil. Emin olalım, bu isim Yaşar Kemal olsaydı da aynı olacak ve belki Yaşar Kemal örneğinde Orhan Pamuk için uygulanan kamu diplomasisi taktikleri izlenmeyeceği için bu oran daha da yüksek olacaktı. Dolayısıyla şu birkaç gündür fraklarıyla Stockholm sokaklarını turlayan o AB ve ABD sistemi dışında Türkiye'yi göremeyen zihinlerin Pamuk'un "Babamın Bavulu" başlıklı Nobel konuşmasının ardından döktüklerini ifade ettikleri gözyaşları Pamuk için değil sadece. Bu gözyaşları daha çok yeni emperyalist sisteme uygun olarak yaratılmaya çalışılan kültürel efsane Pamuk için gerekli heyecanı yaratamamakla ilişkili. Herkes kendi için ağlıyor desek yeridir yani. Çöken için ağlıyorlar deyim yerindeyse.
Dolayısıyla Doğan Grubu için Orhan Pamuk, holding sermayesi ile beslenen kültürel iklimde tatlı bir esintiydi, şimdi oldu bir yağmur. Buyrun şemsiyenizi de ben vereyim.
Konumuz Orhan Pamuk olunca, insan nasıl bir kültürel yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzu merak etmekten alamıyor kendini. Merak edenler için sözü Pamuk'a bırakalım. Pamuk 1 Kasım 2004’te Seattle Post Intelligencer’da yayımlanan söyleşisinde, bakınız ABD’yi nasıl değerlendiriyor: American culture is my second culture. America is the country I feel second closest to, since I spent some of my high school and college years in the U.S. It is like a second home to me . Yani şöyle diyor: Amerikan kültürü benim ikinci kültürüm. Lise ve üniversite yıllarımın bir kısmını ABD’de geçirdiğim için Amerika’yı kendime en yakın ikinci ülke olarak görüyorum. İkinci evim gibi yani.

Kaynak: http://seattlepi.nwsource.com/books/197391_moment01.html

Pamuk’un bu önemli ve dikkat çekici sözlerini neden mi alıntıladım? Bilindiği üzere Pamuk, Türkiye’nin AB üyeliğinin en hararetli savunucularından birisi. Bunu her fırsatta da seslendiriyor. Ayrıca, Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda işsizliğin azalacağı, demokrasinin yerleşeceği gibi masalsı söylemleri sahiplenmenin yanında, bir de Türkiye’nin AB üyeliğinin medeniyetler arası çatışma yerine medeniyetler arası diyalog adına ilerleme olacağını ifade ediyor. İlginçtir, sürekli olarak AB’nin nimetlerinden dem vuran, Avrupa kültüründen, demokrasisinden söz eden hemen bütün yazarlar, kendilerine en yakın ülke sorulduğunda Avrupa tercihi yerine ABD tercihi yapıyor. Pamuk da böyle. Dikkat edersek, medyada da bazı köşe yazarları için bu durum geçerli. En hararetli AB savunucuları, kritik dönemlerde hep ABD’den yana tavır almakta. Bunu şunu görmek açısından söylüyorum. Türkiye’de medya ve aydınlar aracılığıyla toplumda hakim kılınmaya çalışılan AB masalı da büyük oranda ABD patentli. Kendilerine ikinci yakın ülke olarak ABD’yi görenler (aslında ikinci de değil, apaçık birinci ülke, ama bunu açıkça söylemeleri elbette beklenemez), Türkiye’ye neden AB kapısında bağlı tutulma rolünü biçerler, bu soru üzerinde düşünülmeye değer değil mi?
Kuşkusuz benim buna geliştirdiğim bir yanıt var ve ayrıntılı olarak ele alındığında belirginleşmesi çok olası olan bir yanıt bu: Türkiye’nin AB kapısında bağlı tutulması projesi, ABD’nin projesi çünkü.
Pamuk kısmına dönelim. Hararetli AB savunucusu yazarımız, her nedense kendisine Avrupa kültürünü değil de, Amerikan kültürünü yakın bulduğunu ifade ediyor ve Türkiye’nin AB üyeliği projesinin bir ABD stratejisi olduğunu ele verecek biçimde her fırsatta ABD’nin 11 Eylül sonrası süreçte hegemonyasını sürdürmek için geliştirdiği yeni tehdit algısına ve onun kavramsal cephaneliğine başvurarak yanıtlarını geliştiriyor. Ne diyor hatırlayalım: “Türkiye’nin AB üyeliği, medeniyetler çatışmasına son verir, medeniyetler arası diyaloga katkı yapar.”
O medeniyetler arası çatışma söylemini yaratan da, sonra yarattığı yapay çelişkiler üzerinden kendi cephesini genişletmek için Batı dışı toplumlardan müttefik devşirme yolu olarak medeniyetler arası diyalog taktiğini geliştiren de ABD değil midir? Kuşkusuz öyle ve kuşkusuz Pamuk bunu bilse de, aksini söyleyemez. Peki, Pamuk gibi kimler konuşuyor, kimler Türkiye’nin AB üyeliğinin medeniyetler arası çatışmaya son vereceği söylemi üzerinden siyasetini ilerletiyor? Elbette ABD’de Bush-Cheney-Rice çetesi, AB içinde Blair ve ekibi, Türkiye’de AKP ve Erdoğan hükümeti. Doğal olarak bu söylemin siyasal müttefikleri belirginleşince, kültürel alanda o siyasetin belirgin ve yaygın kılınması görevini üstlenen yazarlara da ödüllerin ardı arkası kesilmez oluyor. Zaten, Türkiye’de Orhan Pamuk’u sevimlileştirme gayreti içindeki kesimlerin esas çaresizliği de, meselenin Pamuk’un sevilip sevilmemesi değil, onun kültürel alanda taşıyıcılığını yaptığı ideolojik kurgunun, ABD sevgisinin, AB stratejisinin ve bir bütün olarak emperyalizmin Türk halkının çoğunluğu tarafından onay görmemesinden kaynaklanıyor. Pamuk’un sevilmemesi ya da aldığı ödülün beklenen heyecanı yaratmamış olması bu bakımdan edebiyatla ilgili değil, bu çok açık. Yazının başında da ifade etmeye çalıştığım gibi, Türkiye’yi çöküşe sürükleyen sistemlerinin ideolojik krize giriyor oluşu ve medyayı teslim alan kalemşörlerin gerekli ideolojik hegemonyayı kuramayışları, panik havasının gerçek nedeni. Devam edeceğiz bu konuya.

2 Aralık 2006 Cumartesi

ABD İLE PKK'YI BİRLEŞTİREN PRATİK VE DYP'NİN YENİ MİSYONU




ABD İLE PKK'YI BİRLEŞTİREN PRATİK VE DYP'NİN YENİ MİSYONU

Deniz Yalçın

2 Aralık 2006

ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde Ralph Peters imzasıyla Temmuz 2006'da yayımlanan ve Ortadoğu'da sınırları yeniden çizmeyi ve bu doğrultuda "Özgür Kürdistan" yaratılmasını öneren ve kurulacak bu devletin bölgede ABD'nin en önemli müttefiki olacağını ifade eden Amerikan planı, PKK yetkililerinin son açıklamalarına bakılırsa önümüzdeki süreçte daha da tırmandırılacak.
PKK adına açıklama yapan Murat Karayılan şöyle diyor: "İkinci seçenek sınırların değişmesidir." Birinci seçeneği ise konfederal çözüm oluşturuyor.
PKK'nın Özgür Gündem aracılığıyla ve Öcalan'ın açıklamalarıyla son günlerde DYP lideri Mehmet Ağar'a sıcak mesajlar göndermesi bu noktada dikkatle ele alınmalı. Mehmet Ağar, sorunu konfederal biçimde çözecek bir Amerikan planının hazırlıklarını sürdürüyor ve PKK organları yaptıkları açıklamalarda Ağar'ın "seçim sonrasını bekleyin" mesajını destekler bir tutum benimsiyor.
Ağar geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında kendisine yöneltilen "somut olarak sorunu nasıl çözeceksiniz?" şeklindeki soruya şu yanıtı vermişti: "Yozgat'ın kaderi ile Musul'un kaderini birleştireceğiz." Coğrafi olarak mı şeklinde devam eden ve katılımcı gazetecilerde şaşkınlık yaratan bu yanıtın ardından Ağar, sözlerini şöyle sürdürmüştü: "Elbette coğrafi olarak. Etrafta Türkiye'yi parçalanmış, küçülmüş gösteren haritalar geziyor. Ben iddia ediyorum Türkiye bu süreçten küçülerek değil, büyüyerek çıkacak."
Bu çok önemli açıklama, ABD'nin DYP aracılığıyla öne çıkartmayı planladığı Yeni Ortadoğu stratejilerinden birine denk düşüyordu. Aslında Ağar'ın açıklamasının anlamını kavramak için, bu sözleri sarfettiği programdan bir gün sonra yayımlanan Özgür Gündem gazetesinin manşetine bakmak gerekiyordu. Ağar'ın açıklamalarının ardından gazetenin manşeti "De Klerk Olabilir" şeklindeydi. Öcalan'ın Ağar'ı Güney Afrika'daki ırkçı rejime son veren beyaz lider De Klerk olmaya aday gördüğünü belirten bu haberde, Ağar'ın bir gece önceki programdaki sözleri övülüyor, ancak ne hikmetse "Yozgat'ın kaderi ile Musul'un kaderini birleştirerek sorunu çözme" perspekfine dair tek satır atıf ya da yorum yapılmıyordu.
Bu elbette, PKK'nın Ağar'ın bu açıklamalarını ABD'nin stratejisi olarak kavradığının ve bu projeye destek vereceğinin dolaylı kanıtıydı.
Bu durumda ABD'nin Ağar alternatifi nezdindeki hedefi şöyle özetlenebilir: Irak parçalanmak üzere. İç savaş başladı. Şii ve Sünni bölgelerindeki mezhep çatışmalarının ve direnişçilerin işgalcilere dönük eylemlerinin sınırı yok. Kuzeyde ise devletleşme yolunda ilerleyen, sermaye ve yatırımcı çekmeye başlayan Kürt bölgesi bulunuyor. ABD bu bölgede ciddi sorunlar yaşamıyor. Temel sorun, giderek bağımsız devlet seslerinin yükseldiği bu bölgenin Türkiye ile ilişkileri tamamen bozmayacak bir çözümle, güneydeki çatışma ve iç savaş ortamından kurtarılması ve zengin petrol yataklarının bulunduğu bu bölgeden petrol transferinin ve enerji güvenliğinin sağlanması.
Şimdi Ağar'ın açıklamasını hatırlayalım. Ne diyordu Ağar: "Yozgat'ın kaderi ile Musul'un kaderini birleştireceğiz." Bu nasıl olacak? Kağıt üstündeki amaç şu: Kuzey Irak'taki Kürt bölgesi Türkiye sınırlarına dahil edilecek. Türkiye'nin güneydoğusu ile Kuzey Irak konfederal yönetim altında birleştirilecek. Federasyon çözümü doğrultusunda Türkiye ulusal devleti devreden çıkartılacak ve fiilen kendi kendisini yöneten, kendi kaynaklarını kullanan, ABD kuklası bir Kürt konfederasyonu, Türkiye sınırları dahilinde oluşturulacak.
Daha sonra Kürt konfederalizmi, BM İkiz Sözleşmeleri doğrultusunda "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesine dayanarak uygun konjonktür bulunduğunda ayrı devlet için referandum yapabilecek. Türkiye'nin bunu kabul etmemesi durumunda ise uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle Türkiye'ye ambargo ve askeri seçenek dahil her türlü yalıtım(izolasyon)uygulanacak. Projenin bir ayağı bu. Ne ilginçtir ki bu plan Öcalan'ın Türkiye, İran, Irak ve Suriye'de yaşayan tüm Kürtler için öngördüğü "demokratik konfederalizm" projesi ile de örtüşüyor. Bu nedenle PKK, Ağar'ın ve ABD'nin "Yozgat'ın kaderi ile Musul'un kaderini birleştirme" projesine destek veriyor.
Gelelim bunun Türkiye ayağına. Dikkat edilirse Ağar açıklamasında özel bir şehir seçiyor. Kerkük değil, Süleymaniye değil, Kürtler'in başkentleştirme yolunda ilerlediği Erbil değil. Türkmenlerin yoğunlukta olduğu Tel Afer'de değil. Neresi? Musul. Bu çok anlamlı seçim, kendi kodlarını da içinde barındırıyor.
Bilindiği üzere Musul, Kurtuluş Savaşı'nda Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan, Lozan'da hangi ülke sınırlarında olacağı sorunu çözüme kavuşturulamayan ve 1926'da İngilizler'in baskısı ve dönemin koşulları gereği Irak toprakları içinde kalan zengin petrol yataklarıyla ünlü ve ihtilaflı bir şehir. Ağar bu noktada ABD'nin projesi etrafında geniş çaplı bir ittifak oluşturmak için Kemalist, milliyetçi, ulusalcı kesimlerin gönül telini titretebilecek bir anlayışla, bilinçli olarak Musul'dan söz ediyor. Proje'nin Türkiye'de nasıl pazarlanacağı da böylece belli oluyor. Türkiye Misak-ı Milli toprağı Musul'a kavuşacak, sınırlarımız genişleyecek, bölünme tehdidinin arttığı zor süreçten Türkiye büyüyerek çıkacak. Yani ne şiş yanacak ne de kebap. İçerideki Amerikan karşıtı yükselişin anti-emperyalist bir siyasal doğrultu kazanarak devrimcileşmesi riski böylece bertaraf edilecek; milliyetçi hassasiyetler kullanılarak toplumun ulusalcı kesimleri PKK'nın ve ABD'nin planı ile kader birliğine sürüklenecek ve kaybedenin olmadığı bir çözüm bulunduğu propagandası dalga dalga yayılacak. Emperyalizmin stratejisi bu.
Şimdi bu noktada, KKK Yürütme Konseyi Başkanı olarak kendisini tanımlayan Kandil'deki PKK lideri Murat Karayılan'ın 28 Kasım'da yaptığı şu açıklamalara bakalım ve Türkiye'nin nasıl bir ikileme doğru sürüklendiğini görelim.

Haberin adresi: http://istanbul.indymedia.org/news/2006/11/158220.php

Murat Karayılan: İkinci seçenek sınırların değişmesidir

ZAGROS (28.11.2006)-Koma Komalen Kurdistan (KKK) Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Kürt sorununu konfederal temelde çözmek istediklerini belirterek, ‘’PKK olarak bunu söylüyoruz. Bu kabul edilmiyorsa, ikinci seçenek sınırların değişmesidir’’ dedi. Karayılan, kendilerine ateşkes çağrısı yapanların şimdi seyrettikleri eleştirisini yaptı.

Bu tür politikalardan ne Türkiye’nin, ne de Türkiye’de yaşayan halkların hiçbir faydası ve çıkarı olamayacağını dile getiren Karayılan, bunun karşısında ateşkes çağrısını yapan güçler ise sadece seyrettikleri eleştirisini yaptı. ‘’Ateşkes çağrısını bildiğimiz gibi çeşitli çevreler yaptı’’ şeklinde sözlerini sürdüren Karayılan, devamla şu açıklamalarda bulundu: ‘’Zaten bu yeni ateşkesin en önemli ve diğer ateşkeslerden farkı da başta ABD, AB, yine güney Kürdistan Federe Hükümeti olmak üzere çeşitli ulusal ve uluslar arası güçlerin çağrı yapmış olmasıdır. Bununla birlikte çeşitli aydın-yazar çevrelerin birkaç kez çağrıda bulunması ve bir takım kurumların bu yönlü çabalar sergilemesi yine değişik kesimlerin katılım gösterdiği ateşkes çağrılarının yapılmış olmasıdır. Bu ateşkesin diğerlerinden en önemli farkı da budur. Ama ateşkes üzerinden iki ay geçti. Biz ateşkes yaptık. Karşı taraf ise “vay siz niye yaparsınız” diye üstümüze geliyor, bu çağrıyı yapanlar da seyrediyorlar. Çok ilginç bir biçimde sadece seyretmekle kalıyorlar.

BU ATEŞKES TÜRKİYE’NİN SON ŞANSI

Karayılan ‘’bu ateşkes Türkiye’nin son şansıdır’’ dedi. Bu ateşkesten sonra sürecin gerginleşmesinin tümüyle kritik bir dönemi beraberinde getireceği uyarısında bulunan Karayılan, ‘’Ateşkes bozulmaz ancak olacak olan kopma olur’’ açıklamasında bulundu.

İKİNCİ SEÇENEK SINIRLARIN DEĞİŞİMİDİR

’Bazı gerçeklerin herkes tarafından iyi bilinmesinde büyük fayda vardır’’ sözleri ile dikkat çeken Karayılan, şu hususların altını çizdi: ‘’Bu konuda değişen koşulları görmek gerekiyor. 1920’lerde bölgeyi uluslar arası güçler düzenledi. Yapılan düzenlemede Kürdistan yok sayıldı. Bundan dolayı Kürdistan seksen yıl çatışma sahası oldu. Kürdistan sahası isyan ve bastırma hareketlerini çok yaşadı ve gördü. Bu beraberinde bir istikrarsızlığı, çatışmayı yaşatırken elbette ki başta Kürt halkı olmak üzere diğer komşu halklar da bundan zarar gördüler. Bilinmesi gereken birinci husus budur. İkinci husus ise bugün uluslar arası güçler Ortadoğu bölgesini yeniden düzenlemek istemektedirler ve yeniden düzenlemek isterken bu kez Kürdistan’a yer vermek zorundadırlar. Nitekim belirli düzeyde uygulanan politikaları göstermiştir ki yeni düzenlemede Kürdistan temel bir faktör olarak ele alınacaktır. Bunun karşısında biz diyoruz ki, sınırları değiştirmeyelim, demokratik konfederal temelde sorunu çözelim. PKK olarak bunu söylüyoruz. Bu kabul edilmiyorsa, ikinci seçenek sınırların değişmesidir. Bu çok açık bir husustur. Ama biz sınırları değiştirmeden, demokratik konfederal bir temelde Kürt sorununun çözülmesi ekseninde bir politika yürütüyoruz.

KÜRTLER ARTIK BİR GÜÇTÜR

Çünkü çağ ve koşullar değişmiştir, bölge yeniden düzenlenmektedir ve Kürt Özgürlük Hareketi her zamankinden güçlüdür. Kürtler adil bir çözüm istiyor ve eski statüyü kabul etmiyorlar. Daha eşit, daha demokratik bir sistem istiyor ve bunun için mücadele yürütüyorlar. Sorunu demokratik yöntem, diyalog ve sizlerle çözmek istiyorlar. Bölgesel çözümün ana halkasını bu biçimde ele alan bir siyaseti ön görüyorlar. Bunu görmeli ve kabul etmelisiniz. Eğer buna gelmezseniz, daha fazla kaybedersiniz. Artık baskıyla, inkâr ve imha siyasetiyle sonuç alınamaz, bu anlaşılmalıdır. Anlamazsanız, sonuçta zarar edersiniz. Kaybedecek olan sadece Kürtler olmaz, siz de kaybedersiniz. Çünkü Kürtler de artık bir güçtür. Önderliğiyle, hareketiyle bir bütünselliği ifade etmektedir ve bir iradi güç konumuna gelmiştir. Bu anlamda Kürtlerin iradesini tanımak zorundasınız. Eğer tanırsanız, Kürtler en makul çözüm formülleriyle sorunu çözmek istemektedirler. Buna gelmeyip, yine ‘dış güçlerin parmağı var’ biçiminde gerçekleri çarpıtmak işe yaramayacaktır. Bu tür oyunların zamanı geçmiştir.’’
.......

Karayılan'ın açıklamaları, projeye ilişkin yazının başında ortaya koyduğumuz saptamaları büyük ölçüde doğruluyor. Yeni Ortadoğu için projeler, havalarda uçuşuyor görüldüğü üzere. Önemli olan bu tehdidi fark etmek ve Türkiye'nin kendi projesini örgütlemek. Bunun yolu da ne ABD'den ne de AB'den geçiyor. Çözüm Türkiye'nin milli güçlerinin ortak bir program etrafında birleşerek bu emperyalist projeleri bertaraf etmesi. Önümüzdeki bir yıllık süreç o nedenle çok şeye gebe.
Hazır olmak, uyarmak gerekiyor.

30 Kasım 2006 Perşembe

MİLLİ HÜKÜMET PROGRAMI, ULUSLARARASI ORTAM VE DIŞ POLİTİKAMIZ

Bu harita ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde Yayımlanmıştır.

Deniz Yalçın


Not: Bu yazı Ağustos 2006 tarihli Teori dergisinde yayımlanmıştır.

Bağımsız Dış Politika-Kamucu Ekonomi Denklemi
İşçi Partisi tarafından Haziran ayında ilan edilen Milli Hükümet Programı’nda en önemli bileşenlerden birisi dış politika. Programda yer alan ekonomik kalkınma, eğitim, sağlık, tarım politikaları gibi alanlarda önerilen kamucu perspektifin örgütlenebilmesi ile anti-emperyalist, bağımsızlıkçı dış politika çizgisi arasında nedensellik bağı var. Dolayısıyla neo-liberalizm’in savunucuları nasıl Atlantik çizgisinde buluşuyorsa, Avrasya çizgisinde buluşanlar da kamucu ekonomiyi örgütlemek zorunda. Geçmişte bağımsızlıkçı, antiemperyalist dış politika yaklaşımının kaçınılmaz olarak halkçı-devletçi ekonomi politikaları ile birlikte yürüdüğünü bizzat yaşadık. Kemalist Devrim, Devrim’in Sovyetler Birliği ile dostluğu ve uygulanan devletçi ekonomi politikaları, kuşkusuz ki birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan pratiklerdi.

Bugün için de bu anahtar kuralın değişmediğini, hatta daha da kesinleştiğini görmek mümkün. Latin Amerika’da Venezüella, Bolivya, Küba eksenli gelişmelere bakıldığında da aynı formülü görüyoruz: Emperyalizm karşıtı dış politika, emperyalizm karşıtı ekonomi programı ile birlikte yürüyor. Aynı saptamaları giderek ABD’nin hegemonya sahasından çıkan Afrika ülkeleri için de yapabiliriz. Asya ise yükselen bu kamucu uygarlığın beşiği konumunda ve Rusya, Çin, Hindistan, İran ekonomileri kamucu niteliklerini korudukları oranda emperyalizm karşıtı çizgide birleşmekte, birbirlerine yakınlaşmakta.

Buradan çıkarılacak sonuç ortada: Milli Hükümet programı taslağında ifadesini bulan bağımsızlıkçı dış politika çizgisi ile eşzamanlı olarak neoliberal, bireysel çıkarı öne alan ekonomi modelini savunmak mümkün değil. İkincisi, neoliberal modele karşı çıkıp Atlantik cephesinde yer almayı savunmak da nesnel bir seçenek değil. Bu bakımdan halkçı-devletçi ekonomi modeli ile bağımsızlıkçı dış politika çizgisi, ancak bir arada düşünüldüğünde ve uygulandığında anlamlı. Milli Hükümet Programı bütünlüklü bir okumaya tabi tutulduğunda, bu gerçeğin vurgulandığı görülür.

Bu değerlendirmeyi sürdürürken bağımsızlık yanlısı bir dış politika anlayışının kimler tarafından savunulacağını/savunulduğunu anlamak için denklemin diğer tarafına, yani neoliberal iktisat modelinin mağdurlarına bakmak gerekir. Hangi kesimlerdir bunlar? Bu kesimler elbette emperyalist devletlerin ve onların kurumlarının dayattığı ekonomi politikalarının mağdurlarıdır. Emperyalizm ile çıkarları çatışan kesimlerdir, uluslararası mali sermaye ile çıkar ortaklığı taşıyan kesimlerin karşısında yer alan toplumun ezici çoğunluğudur. Diğer bir deyişle İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda hisselerin % 60’ını elinde tutan 177 hisse sahibi ile çıkarları taban tabana zıt olan toplumsal sınıflardır. İşçi, köylü, memur, esnaf, küçük üretici, milli sanayici. Yani Milli Hükümet Programı’nın “milli” özneleri.

Atlantikçilik ve Neoliberalizm Hegemonya Krizinde
Uluslar arası mali sermaye ile çıkar ortaklığını özellikle AKP Hükümeti döneminde daha da güçlendiren işbirlikçi kesimlerin neoliberal ekonomi programları ile Atlantikçi dış politika stratejileri, Türkiye’de hegemonik konumunu yitirmek üzeredir. Yani söz konusu olan A. Gramsci’nin ifadeleriyle “eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı” bir hegemonya krizi dönemidir. Yeni doğmaktadır.

Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nın gündeme geldiği tarihsel bağlam bu yeni kriz çerçevesinde değerlendirilmelidir. Zira söz konusu program, tam da bu “kriz” sürecinde doğmakta olan “yeni”yi temsil etmektedir. Milli Hükümet Programı’nda ortaya konulan dış politika perspektifi, gücünü ve uygulanabilirliğini de bu yeni dönemin tarihsel gerçekliğinden almaktadır. Toplumun ezilen kesimleri ile Atlantikçi neoliberal modelin savunucuları arasındaki bağların hızla koptuğu gerçeği, son dönemde sonuçları açıklanan tüm kamuoyu yoklamalarında daha da belirginleşmektedir. Türk halkı, emperyalizm ve kapitalizmle bağları koparmaktadır. Bütün bu anketler, çıkarları AB ve ABD ile örtüşen kesimlerin bu çıkarları toplumun genel çıkarı olarak yansıtabilme kapasitelerini yitirdiklerini kanıtlamaktadır. Bu nedenle hegemonya krizi yüzeye çıkmaktadır.
[1]

Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise “yönetememe krizi”dir. Siyaset biliminde özellikle 80’li yıllarda öne çıkan “temsili demokrasinin krizi” ve “meşruiyet krizi” nitelemeleri de bunun bileşenidir. Temsili demokrasinin krizi, sistemin kendisini parlamenter temsil, iktidar ve muhalefet mekanizmaları ekseninde yeniden üretmesini sağlayan biçimsel demokrasi modelinin krizini ifade etmektedir. Bu krizin belirleyici yanı, özellikle programlar düzeyinde iktidar ve muhalefet partilerinin aynılaşmasıdır. Bu gibi kriz dönemlerinde bütün partiler farklı liderlerin ağzından ve farklı amblemlerin altında aynı programı seslendirir hale gelir. İktidar ve muhalefet arasındaki ideolojik ayrımlar silikleşir. Burjuvazinin uluslar arası mali sermaye ile bağlantılı kesimlerinin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarıyla ifadesini bulan bir iktidar-muhalefet şekillenmesi siyasal alana kendisini giderek dayatır bu gibi kriz dönemlerinde. Artık sınıf temelli bölünmelerden çok, tek bir sınıf içindeki sınıf dilimleri arasındaki bölünmeler söz konusudur.

Diğer bir önemli nokta da, özellikle bu gibi hegemonya krizi dönemlerinde ortaya çıkan geçiş süreci toplumlarında, siyasal alanın baskı altına aldığı toplumsal temelli tüm iktidar-muhalefet bölünmeleri bir biçimde devlete ve onun kurumlarına kayar, siyasal partiler arasında ortaya çıkan uzlaşının karşıtı bir ideolojik/politik bölünme devlet kurumları nezdinde ortaya çıkar. Özellikle bu gibi bölünmelerin ağırlıklı olarak hissedildiği kurumlar Ordu, Yargı kurumları ve üniversitelerdir.
[2] Türkiye’de son dönemde AKP Hükümeti ile Ordu, Yargı kurumları ve üniversiteler arasında beliren çelişmeler de, yukarıdaki saptamaları doğrulamaktadır. Bu bakımdan gerek Silahlı Kuvvetler gerekse Danıştay nezdinde son dönemde beliren tüm gelişmeler, bu bölünmenin taşındığı alanın işaretidir. Özellikle Danıştay saldırısı ile birlikte Türkiye’nin milli kuvvetlerinin hedef olarak gösterilmesi çabaları da, önümüzdeki sürece ilişkin cepheleşmenin emperyalizm ile emperyalizm karşıtı güçler arasında daha da keskinleşeceğini göstermektedir.

Kriz konusuna devam edelim. Söz konusu krizin ortaya çıktığı dönemin neoliberal ekonomi modelinin dünyada yükselişe geçtiği dönem olduğu dikkate alınırsa, krize giren ideolojinin ekonomide neoliberalizm, siyasette Atlantikçilik olduğu da belirginleşir. ABD’de Reagan, İngiltere’de M. Thatcher, Türkiye’de Turgut Özal döneminde başlayan ve Erdoğan Hükümeti döneminde doruğa çıkan bu süreç, iktidar ve muhalefet partilerini aynı programda buluşturmuştur. Sosyal demokratlardan liberallere, muhafazakarlardan milliyetçilere kadar hemen tüm partilerin ekonomi politikalarının aynılaştığı bu süreçte, toplumun mağdur kesimlerinin siyaset kurumuna olan inancı azalır. Bu, özellikle gençlik içinde daha fazla hissedilir. Aynı programı savunan partiler için sandık başına gitmek anlam taşımamaya başlar. Seçimlere katılım oranı düşer ve siyasal bir hegemonya krizi işaretlerini verir.

Türkiye’de son dönemde yaşananlar bu krizi kanıtlar niteliktedir. Türkiye’de hemen hemen tüm partilerin ekonomi modeli, IMF tarafından dayatılan neoliberal yıkım modelidir. Seçim zamanı tartışılan bu model değil, bu modeli kimin daha iyi uygulayacağıdır. İşte şimdi bu modele ve siyasete duyulan inancın yitimi süreci hızlanmıştır. Milli Hükümet Programı, bu doğru saptama üzerinden ilerlemektedir: “Neoliberalizm denen küresel emperyalist saldırının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Mazlumlar Dünyası ve gelişmekte olan ülkelerde, yeniden bağımsızlık ve halkçılık eğilimi yükseliyor. Türkiye, büyük imparatorluklardan ve Türk Devrimi’nden gelen tarihsel birikimiyle bu büyük çözümün önder ülkeleri arasındaki yerini alacaktır.”
[3]

Öte yandan seçimlere katılım oranı da giderek düşmektedir. Bu nedenle Atlantikçi cephe, üç alanda krize sürüklenmektedir: Ekonomik, siyasal ve ideolojik. Aynı zamanda bu üç alanda Türkiye’yi de yıkıma sürüklemektedir. Kemalist Devrim, ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bu kesimin hedef tahtasındadır. Bu üçlü kriz alanının tasfiyesi ve Türkiye’nin yeniden Kemalist Devrim rotasına girmesi ise ancak doğru programla mümkündür. Yineliyoruz ki bu topyekün bir kriz sürecidir. Milli Hükümet Programı ise, bu topyekün krizden çıkışın programıdır.

Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Milli Hükümet Programı’nın içine doğduğu tarihsel bağlam ve programın önemi daha iyi anlaşılabilir. Milli Hükümet Programı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu üçlü kriz döneminde İşçi Partisi önderliğinde yürütülen ideolojik ve siyasal hegemonya mücadelesinin programlaşmasıdır. Bu program, içinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye’yi yıkımdan kurtaracak en gerçekçi programdır; dolayısıyla Milli Hükümet Programı somut durumun somut tahlilidir. Bütün partilerin aynı ekonomi modelinde, Türkiye’yi AB kapısında bağlı tutmak konusunda ve Atlantikçilik’te birleştiği bir süreçte açıklanan Milli Hükümet Programı, toplumun mağdur kesimleri nezdinde bilince çıkan yeni siyasetin billurlaşmasıdır. Bu bakımdan, ABD ve AB karşıtlığının ilk kez aynı anda bu denli yükselişe geçtiği bir dönemde, toplumsal tepkiyi siyasal bir programla iktidara taşıma konusunda atılmış en örgütlü adım olması nedeniyle de, siyasal alandan devlet kurumlarına taşınan iktidar-muhalefet eksenli bölünmeyi yeniden siyasal alanda derinleştirme olanağı sunmaktadır, bu bakımdan da milli kuvvetlerin can simididir. Dolayısıyla bu program, krizdeki Atlantikçi projeyi yıka yıka “yeni”yi örgütleme hedefi ile ortaya çıkmıştır. Kanımca programın en devrimci yanlarından birisi budur.

Milli Hükümet Programı’nda Dış Politika
Milli Hükümet Programı’nın dış politika konusunda temel yaklaşımı, Milli Devlet ve Halk Yönetimi başlığı altındaki 3. maddede, yani bağımsızlık maddesinde ifadesini bulmaktadır. Buna göre, “Türkiye, Türkiye’den yönetilecektir. Türkiye üzerindeki yabancı denetim ve müdahale bütün temelleriyle tasfiye edilecektir.”
[4]

Bu maddeyi doğru anlamak ve uluslararası son gelişmeler ekseninde uygulanabilirliğini kavramak için yazımızın bundan sonraki bölümünde Atlantik cephesindeki gelişmelere, ABD-AB arasında artan çelişmelere ve Türkiye’nin bu ilişkiler arasındaki konumuna odaklanacağız. Avrasya merkezli gelişmelerle Asya, Latin Amerika ve Afrika’da yaşanan dönüşümü ve Türkiye’de ideolojik olarak Atlantikçi kesimin iflasını kanıtlayan son kamuoyu yoklamalarının Milli Hükümet Programı açısından anlamını ise bir başka yazımızda yorumlayacağız.

Atlantik Cephesindeki Gelişmeler
Türkiye’nin NATO üyesi olarak Atlantik cephesine katıldığı Demokrat Parti dönemi dikkate alındığında, bu dönemde yükselen emperyalist güç olan ABD’nin kendisini “özgür dünyanın koruyucusu” olarak yansıttığı göze çarpar. Sovyet tehdidi efsaneleştirmesi üzerinden kendisini tanımlayan ABD’nin uluslararası düzlemde cepheleşmeleri keskinleştirdiği ve Türkiye’nin bu süreçte tarafsızlık politikası izlemesine şiddetle karşı çıktığı bilinmektedir.
[5] Kuzey Atlantik İttifakı’nın bu bakımdan önemi, ABD’nin ortak bir tehdit algısı üzerinden geniş bir coğrafyada hem devletleri hem de toplumları kendi emperyalist projesine dahil edebilmesindeydi. Soğuk Savaş’ın sonuyla birlikte bu hegemonya yıkılmaya başlamıştır.

Çünkü kendisini ortak tehdit algıları etrafında diğer devletlere karşı “koruyucu” sıfatıyla dayatan emperyalist bir devletin karşı karşıya kalacağı en zor durumlardan birisi, o “ortak tehdit” algısının ortadan kalkmasıdır. Nitekim 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ABD Başkanı George Bush’un ilan ettiği “yeni dünya düzeni” böyle bir tehditsizliğin ürünüydü. ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu tehdit algısı, 11 Eylül saldırıları ile yeniden ortaya çıktı ve ortak tehdidin adı “küresel terör” olarak saptandı. Ancak bu kez, Soğuk Savaş dönemine göre belirgin farklar söz konusuydu. Zira söz konusu ortak tehdit algısı, Soğuk Savaş döneminin aksine, bu kez müttefik güçlerin çoğunluğu tarafından kabullenilmedi. Bu farklılıklar arasında, Avrupa Birliği ile ABD arasında açığa çıkan ve “Atlantik ötesi yarılma” (özellikle Irak işgali öncesinde) olarak nitelenen çelişmeler, Soğuk Savaş sürecinde NATO’nun mihver ülkesi olan Türkiye’nin bu kez (Kore Savaşı’nın aksine) ABD’nin ortak tehdit algısını kabullenmeyerek 1 Mart tezkeresini TBMM’den geçirmemesi, Afganistan ve Irak işgalleri ile bataklığa saplanan ABD’nin karşısında özellikle Rusya, Hindistan ve Çin gibi Asyalı güçlerin yükselmesi sonucunda ABD’nin “yeni dünya düzeni” tasarımını yerle bir eden bir çok kutupluluğun işaretlerinin güçlenmesi ile ABD’nin yıllar boyu arka bahçe olarak gördüğü Latin Amerika’da Amerikancı hükümetlerin birer birer yerlerini kamucu, anti-emperyalist hükümetlere devretmesi sayılabilir.

ABD-AB Çelişmesi
ABD ile AB arasında ortaya çıkan atlantikötesi yarılma, üzerinde önemle durulmaya değer bir olgudur. Bu yarılmanın en kuvvetli işaretlerini Irak işgali sırasında, özellikle başını Almanya ve Fransa’nın çektiği, dönemin Avrupacı güçlerinin ABD’nin işgaline ortak olmama ve direnme kararlarında gördük. Bu nokta ABD-AB ilişkilerinde Türkiye’nin konumunun kavranması ve Türkiye’nin ABD eliyle AB kapısına bağlanması projesine bir son vererek Avrasya ittifakının güçlenmesi hedefimiz bakımından önemlidir.
ABD ile AB arasındaki bölünme, giderek ABD’nin dayattığı geniş ve esnek Avrupa projesi ile Almanya ve Fransa’nın talep ettiği çekirdek ve derin Avrupa projeleri arasında gerçekleşmektedir. Bu yarılmayı kavramak adına, ABD’li yeni muhafazakar kadronun önemli isimlerinden Robert Kagan’ın geçtiğimiz yıl yayımlanan Cennet ve Güç: Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa adlı kitabından yaptığımız şu alıntıyı dikkatle değerlendirmek gerekmektedir:
“Soğuk Savaş’ın sonu, transatlantik ilişkiler üzerinde genel olarak anlaşıldığından daha önemli bir etki yaratmıştır, çünkü 1989’dan sonra ortadan kaybolan şey sadece ortak Sovyet düşmanı ve ortak savunma için acil harekete geçme ihtiyacı değildir. Atlantik Okyanusu’nun iki tarafında işbirliğini güçlendirmek üzere izlenen ve adına “Batı” denen büyük strateji de ortadan kaybolmuştur… “Batı”nın dış politikada bir organizasyon prensibi olarak önemini kaybetmesi, sadece bir Amerikan olayı değildi. Soğuk Savaş sonrasındaki Avrupa da konunun artık “Batı” olmadığını kabul ediyordu. Avrupalılar için konu artık Avrupa idi.”
[6]
Kagan’ın bu yorumunu destekler nitelikte bir diğer yorum, Almanya’da Merkel Hükümeti kurulana kadar 9 yıl süreyle Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Joschka Fischer tarafından yapılmıştır. Tarihin Dönüşü – 11 Eylül’den Sonra Dünya ve Batı’nın Yeniden Yapılanması başlığıyla 2006’da yayımlanan kitabında Fischer, ABD ile AB arasında Soğuk Savaş sonrası gerilen ilişkileri şöyle ele almaktadır:
“İyimser bir yaklaşımla işi kağıt üzerinde değerlendirmeye kalkacak olursak, bu Atlantik ötesi iki ortak, politik yönden ideal çifti temsil ediyor olmalıdır. Çünkü her iki taraf da politik yönden birbirlerini tamamlayıcı yetenekler ve zafiyetler taşımaktadır… Ama işte dediğimiz gibi, kağıt üzerindeki durumdur bu. Atlantik ötesi ilişki gerçekliğinden bakıldığında durum ne yazık ki, yaşlandıkları için artık birbirlerine söyleyecek bir şeyleri kalmamış olan ve ender de olsa birbirleriyle konuşmaya kalktıklarında acı verici yanlış anlamalara yol açan bir çiftinkine benzemektedir… Demek ki ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerde objektif faktörler alanında, dolayısıyla da “durumda” oldukça radikal değişiklikler gerçekleşmiştir.”
[7]
Hem Kagan hem de Fischer bir yerde uzlaşmaktadır. ABD ile AB arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaş dönemindeki gücünden ve olumlu görünümünden oldukça uzaktır. İkincisi, Soğuk Savaş döneminde yaratılan ve adına “Batıcılık” denen strateji bu bölünme nedeniyle aşınmıştır. Avrupa için Avrupa öne çıkmıştır. Bu bakımdan ABD’nin AB üzerinde kendi stratejisini dayatması sürecinin özellikle Soğuk Savaş döneminin ardından yükselişe geçmesi rastlantı değildir. Türkiye’nin ABD eliyle AB kapısına bağlanması stratejisinin de aynı döneme rastlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB macerası, ABD ile AB arasındaki stratejik savaşta belirleyici niteliktedir. Sonuç olarak, çekirdek Avrupa projesinin gelişmesinin ve AB’nin ABD karşısında göreli özerk bir konuma ulaşmasının engellenmesi için ABD’nin ikili bir strateji izlediği ve Türkiye’yi de kendi stratejisinin kölesi konumuna getirmeye çalıştığı görülmektedir.

ABD’nin Stratejisi
Bu ikili stratejiyi David Harvey şöyle açıklamaktadır: a) karşılıklı ilişkiler ve sermaye hareketlerinde esas olarak neo-liberalizmin kurallarını dayatmak; b) AB’nin iç politikasını etkilemek üzere bazı siyasi ve askeri yöntemlere başvurmak... Bu strateji, Avrupa’yla bütün olarak ilişki kurmak yerine, tek tek Avrupa devletleriyle ikili ilişkiler ve özel ittifaklar kurmaya dayanmaktadır.”
[8] Türkiye’nin üyeliği konusundaki ABD dayatmasını ikinci strateji ekseninde değerlendirmek gereklidir. Türkiye konusunda bu stratejinin izlendiği zaten ABD tarafından da itiraf edilmektedir. Nitekim daha önce yayınlanan bir çalışmamızda, ABD eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ronald Asmus’un aşağıdaki değerlendirmelerine yer vermiştik.[9] ABD’nin Türkiye’yi AB kapısına bağlama stratejisini açıklığa kavuşturması bakımından bu alıntı oldukça zihin açıcıdır:
“Kamuoyu yoklamalarına bakarsanız, Türkiye halkının Amerikan karşıtlığı bakımından Avrupa halkları arasında en üst sırada yer aldığını görürsünüz. Türkiye ile ABD arasındaki güçlü bağlar, Irak savaşı ve başka bazı nedenlerden ötürü zayıflamıştır… Türkiye’nin Amerika ile bağlarının son derece zayıfladığını ve dünyanın böyle bir bölgesinde yer alan Türkiye’nin Avrupa ile bağlarının da aynı anda koptuğunu düşünün. Bu durum çok daha tehlikelidir. Ve ben, Avrupa tarafından da reddedilen Türkiye’nin basit biçimde “annesi” Amerika’nın kollarına koşacağından emin değilim. Böyle bir durumda Türkiye’de neler olabileceğinden de emin değilim. Burada alternatif, çok daha milliyetçi olabilir ki, bu çok tehlikeli.”
[10]
Özetle; Harvey’in ortaya koyduğu ve Perinçek’in saptadığı üzere, Washington yönetimi Türkiye’yi AB kapısına bağlayarak bir taşla üç kuş vurmayı amaçlamaktadır:
- Birincisi, ABD Türkiye’nin kendi denetiminden kurtularak Avrasya’ya kaymasını önlemektedir.
- İkincisi, Türkiye’yi AB kapısında ABD planlarının gerektirdiği her şey dayatılmakta ve kabul ettirilmektedir.
- Üçüncüsü, Türkiye aynı zamanda ABD’nin “gevşek Avrupa” tasarımında rol alacak bir ülke olarak kullanılmaktadır.
[11] Böylece AB’nin karşıt hegemonik bir güç olarak ortaya çıkmasının önüne geçilmesi ve AB’nin siyasi birliğinin Türkiye tartışmasıyla olanaksızlaştırılması amaçlanmaktadır.
Bugün Avrupa ülkelerinde AB konusunda varolan tartışmalara bir göz atmak bile bu konuda ABD stratejisinin şimdiye kadar kısmen başarılı olduğunu göstermektedir. AB güçleri, Türkiye tartışması ile bölünmekte ve ortak bir Avrupa projesine ilişkin gelecek tasarımlarında sürekli enerji yitirmektedirler. Dolayısıyla Türkiye’nin AB kapısında parçalanmaktan kurtarılması hem Türkiye hem de AB açısından ikili işlev görecektir: Birincisi hem Türkiye hem de AB açısından Amerikan stratejisi defedilmiş olacaktır. AB açısından bu belirleyici bir rol oynayacaktır. Çünkü Samir Amin’in son kitabı Liberal Virüs’te belirttiği üzere: “Amerika’nın stratejisi defedilmedikçe, hiçbir Avrupa projesi mümkün değildir.”
[12]
İkincisi, Türkiye’nin Avrasya ittifakının inşasında merkezi bir rol almasının önündeki engeller önemli ölçüde kalkmış olacaktır. Yani aslında hem Avrupa hem Avrasya bütünleşmesinde anahtar rol Türkiye’dedir. Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nda ifadesini bulan şu maddenin yürürlüğe konması da, Türkiye’nin omuzlarına yüklenen tarihsel bir sorumluluğun gereğidir: “Milletçe refaha ilerlemenin ve özgürleşmenin biricik siyasal çerçevesini oluşturan millî devlet, emperyalizmin küresel saldırısına karşı savunulacaktır. Türkiye’yi Avrupa Kapısı’na bağlayan, millî devletimizi ve Atatürk Devrimi’ni tasfiye eden AB aday üyelik sürecine son verilecektir. AB Aday Üyelik Protokolü, Katılım Ortaklığı Belgesi, Müzakere Çerçeve Belgesi gibi Yeni Sevr Antlaşmaları feshedilecek ve Türkiye Avrupa Gümrük Birliği’nden çekilecektir.”
[13]
Sözünü ettiğimiz ikili işlevin gerçekleşmesi, yani hem AB hem de Türkiye açısından ABD stratejisinin bertaraf edilmesi, yukarıda da belirttiğimiz üzere iki önemli sonuç doğuracaktır. Hem Avrupa’nın ABD’siz birliğinin sağlanması, hem de Avrasya ittifakının inşası. Peki bu ikisi aynı zaman diliminde gerçekleşebilir mi? Böyle olacağını düşünmüyoruz. Bugün Avrupa kamuoyunda Soğuk Savaş’ın “özgürlük havarisi” ABD imajı fazlasıyla aşınmış ve ABD’nin uluslar arası konularda meşruiyeti fazlasıyla sorgulanır hale gelmiş olsa da, burada diğer bir belirleyici faktör, ekonomide ABD stratejisi olan neoliberalizmin püskürtülmesi olacaktır. Bugün için AB-ABD ortaklığıyla kurulan Çokuluslu Şirket’lerin nesnel çıkarları, ABD merkezli neoliberalizm ideolojisini Avrupa projesine dayatmaktadır. Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlarda reddedilen AB Anayasası, böyle bir anlayışın ürünü olduğu ve AB’yi daha da ABD bağımlısı bir projeye dönüştüreceği kaygılarıyla reddedilmişti. Anayasa yürürlüğe girmemekle birlikte, oluşum halindeki AB devleti, halihazırda etkinliği kuvvetli uluslar arası sermaye gruplarının kamu hizmetlerini piyasalaştırmaya kadar uzanan (GATS – Hizmet Ticareti Genel Anlaşması ve yoğun protestolar sonucunda reddedilen Bolkestein Hizmetler Yönergesi örneğinde görüldüğü üzere
[14]) neoliberal talepleri karşısında direnememekte ve yoksullaşan Avrupa emekçilerinin talepleri ile Atlantikçi çokuluslu şirketlerin talepleri arasında sıkışıp kalmaktadır. Dolayısıyla Avrupa projesini ABD stratejisinden temizleyecek bir dış politika yaklaşımı, bu yazının başında ifade ettiğimiz kamucu ekonomi-bağımsız dış politika denkleminin kurulması ile mümkün görünmektedir.
Yukarıda sorduğumuz soruya dönersek, bu durumda ABD stratejisinin bertaraf edildiği bir Avrupa projesini harekete geçirecek olan nedir? Türkiye’nin içinde yer alacağı Avrasya ittifakının güçlendirilmesidir. Milli Hükümet Programı’nın ortaya koyduğu halkçı, kamucu ekonomi modeli ile bağımsız Türkiye anlayışına dayanan dış politika stratejisi bu bakımdan sadece Avrasya’yı değil, aynı zamanda Avrupa’yı da ABD karşısında harekete geçirecektir. Avrupa ise, Samir Amin’in doğru saptamasıyla, kendisini saran “liberal virüs”ün etkisinden kurtulmadığı sürece, ABD stratejisini defedemeyecektir.
[15] Bugün Avrasya ittifakını biçimlendiren Rusya, Çin, İran, Hindistan gibi yükselen devletlerin izlediği bölge merkezli, bağımsız dış politika anlayışının gerisinde kamucu ekonomi perspektifinin yattığı unutulmamalıdır.
Mevcut koşullarda AB’nin yönetici kadrosu ABD’nin neoliberal stratejisini uygulamaya fazlasıyla hevesli, Avrupa halkları ise bu stratejiyi püskürtmeye dirençli görünmektedir. Ancak örgütsüzlük ve programsızlık nedeniyle bugünkü tepkiler siyasal iktidarı talep etmekten uzaktır. Milli Hükümet Programı’nın bu açıdan üstünlüğü, hem örgütlülüğü hem de programlılığı esas almasındadır. Dolayısıyla Milli Hükümet Programı’nın iktidara taşınması durumunda, ülkemizin hem Avrasya’da hem de Avrupa’da değişimi tetikleyebileceği açıktır. Bugün örgütlü ve programlı, antiemperyalist, kamucu iktidar alternatiflerinin Avrupa emekçileri arasında yarattığı heyecan dalgası ortadadır. Son süreçte Avrupalı emekçiler arasında en çok heyecan uyandıran faktörlerin başında, özellikle Venezüella ve Bolivya’da yaşanan Bolivarcı devrimler gelmektedir. Türkiye’de yeniden başlatılacak ve tamamlanacak Kemalist Devrim rüzgarının etkileri bu kitlelerde çok daha harekete geçirici bir rol oynayacaktır.
Fransa ve Almanya’da artan toplumsal huzursuzluklar da bu durumun göstergesidir. Gerçekten de Fransa’da özelleştirme uygulamalarına karşı hükümetin geri adım atmak zorunda kalması, göçmenlerin günler süren isyanı, neoliberal AB Anayasası’nın reddedilmesi, İlk İş Yasası’nın öğrencilerin protestoları üzerine geri çekilmesi, Fransız şirketleri lehine yeni korumacı önlemlerin geliştirilmesi; Almanya’da ise kamucu ekonomi modelini savunan Sol Parti’nin seçimlerde %8 oy alması, İş Yasası’na karşı emekçilerin yoğun direnişler örgütleyerek neoliberalizme karşı durmaları son dönemin öne çıkan olaylarıdır. Avrupa’da ABD stratejisini defedebilecek ülkeler (Almanya ve Fransa) kaynamaktadır. Bu durum rastlantı değildir. Neoliberalizm püskürtülmek istenmektedir. Kamucu ekonomi talep edilmektedir. Dolayısıyla söz konusu “liberal virüs”ün bünyeden atılması mümkündür ve ancak o zaman Amin’in aşağıda önerdiği politik ittifak gerçekçi bir zeminde ilerleme şansı bulacaktır. Amin böyle bir durumda izlenmesi gereken stratejiyi şöyle özetlemektedir: “Bir başka strateji mümkün: Bir zaman için Avrupa projesini bugünkü seviyede dondurmak ve ona paralel başka ittifak eksenleri oluşturmak. Bu amaçla mümkünse Yeni Delhi ve Pekin’e kadar uzanacak, Paris-Berlin-Moskova arasında politik ve stratejik bir ittifak oluşturmak öncelikli amaç olmalıdır… Bu üç-dört güç bir araya geldiğinde, finansal ve teknolojik tüm olanaklara sahip olacaktır. Buna bir de, sözkonusu devletlerin geleneksel askeri kapasiteleri eklendiğinde, bu ittifak karşısında ABD sönük kalacaktır.”
[16]
Sonuç olarak, Türkiye’nin AB aday üyeliğinden çekilmesinin olumlu etkileri hem Avrasya’da hem de Avrupa’da hissedilecek, ABD stratejisi bu iki bölgede büyük ölçüde bertaraf edilmiş olacaktır. Tüm dünyada yükselen Amerikan karşıtlığının da etkisiyle uluslararası meşruiyetini büyük ölçüde yitiren ve Soğuk Savaş döneminin sadık müttefiklerini bugünün tehdit algısı karşısında örgütleyemeyen ABD’nin ise bu koşullarda daha da yalnızlaşacağı ortadadır.
Ortadoğu’daki Gelişmeler ve Milli Hükümet Programı
Elbette Milli Hükümet Programı’nda ifadesini bulan bağımsızlık anlayışının Türk dış politikasına Kemalist Devrim dönemindeki gibi yeniden egemen kılınması sadece Avrasya ve Avrupa eksenli yeni gelişmelere kapı aralamayacak, aynı zamanda ABD’nin 22 yeni devlet yaratmayı planladığı Ortadoğu’da yürürlüğe koymaya çalıştığı Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni de bertaraf edecektir. Afganistan’la başlayıp Irak’la devam eden bu projede, Suriye ile İran’ı hedef alma, Türkiye’yi parçalama ve “özgür Kürdistan” yaratma hedefi artık Pentagon’ın Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde bile açık açık ifade edilmektedir. Söz konusu derginin son sayısında özel savaş uzmanı Ralph Peters imzasıyla yayımlanan “Kanlı Sınırlar: Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Görünür?” başlıklı makalede, Ortadoğu’nun sınırlarının 20. yüzyılın başında İngiltere tarafından çizildiği ifade edilmekte ve ABD’nin bu bölgede sınırları yeniden çizmesinin zamanının geldiği söylenmektedir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun Kuzey Irak’la birleştirilmesi sonucunda yaratılacak ve Karadeniz’e uzanacak kukla Kürdistan devletinin (bkz., Harita), Atlantik’ten Doğu Asya’ya uzanan coğrafyada ABD’nin en önemli müttefiki haline geleceği de açıktan yazılmaktadır.
[17]

(Baştaki Harita: Sınırlar Değiştikten Sonra Ortadoğu, Kaynak: Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi, Temmuz 2006,
http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899 )

Diğer bir deyişle ABD bölgede ikinci bir İsrail yaratma hedefini açıkça ilan etmektedir. Bu arada Temmuz ayının ortalarında İsrail’in Lübnan’a yeniden savaş açması, bu projede İsrail’in başat rol aldığını bir kere daha göstermektedir. Kuşkusuz bu harita bir yandan ABD’nin Ortadoğu’da oluşturmak istediği yeni düzeni yansıtmakta, diğer yandansa Türkiye’ye karşı bir psikolojik savaş operasyonunun parçası olarak, milli kuvvetleri hizaya getirme amacıyla dayatılmaktadır. Özgür Kürdistan olarak ifade edilen kukla devletin sınırlarının Türkiye’nin ABD ile işbirliği yapmayı reddettiği bölgelere uzanması da bunun kanıtıdır. Zira Türkiye hem Irak işgalinde hem de Karadeniz’de Rusya’yı çevreleme konusunda ABD ile ters düşmektedir. Amerikancı gazetelerde bile bu yarılma şöyle saptanmıştır: “Ankara, Washington’un en temel stratejik konusu olan Irak’ta mı ABD ile aynı düşünüyor? Yoksa Ankara’nın en önemli konularından olan Kıbrıs’ta mı Washington kayıtsız şartsız destek veriyor? NATO’nun bu iki önemli üyesinin Karadeniz konusunda ciddi olarak ayrı düştüğü, Karadeniz’de olduğu gibi, ABD açısından stratejik öneme sahip enerji konularında da iki müttefikin arasına Rusya’nın girdiği görülüyor.”
[18]
Dolayısıyla ABD rıza yoluyla sağlayamadığı desteği almak için şimdi baskı ve tehdit yöntemine daha fazla ağırlık vermektedir. Çünkü ABD’nin projelerine AKP de yetmemektedir. Türkiye’deki yükselen Amerikan karşıtlığı da zaten böyle bir rızanın toplumsal temellerinin bulunmadığının kanıtıdır. ABD’yi saldırganlaştıran, Pentagon’a bu haritaları yayınlatan zihniyet de bu koşulların ürünüdür. Ayrıca Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin son üç yılda onarılamaz biçimde kötüleştiğini ifade eden Dış İlişkiler Konseyi Raporu’nun
[19] yazarlarının 3 Temmuz 2006 tarihinde International Herald Tribune’de yayımlanan makalelerinde yer alan şu sözler, bu operasyon bağlamında değerlendirildiğinde anlam kazanmaktadır: “Irak’taki gelişmeler nedeniyle tansiyon yükseldikçe, Türk-Amerikan ilişkilerinde olumlu bir dinamik yaratma olasılığı tükenmektedir. Rotasından sapmış bir Türkiye’nin yaratacağı olumsuzluklar, Irak’taki başarısızlıktan çok daha fazla olabilir. Amerika ve Avrupa, Türkiye’nin Batı’ya demirli kalmasını sağlamak için her türlü yola başvurmak zorundadır.”[20] Buradaki “her türlü yol”, ABD’nin Özgür Kürdistan haritası ile yaratmaya çalıştığı psikolojik iklim çerçevesinde oldukça anlamlıdır. ABD, Türkiye’ye “her türlü yol”dan savaş ilan etmektedir.
Haritaya dönersek, bu noktada ilk hedefin Kuzey Irak’ta kukla bir Kürt devleti kurulması olduğu söylenebilir. ABD’nin “Özgür Kürdistan”’ın kurulması ve bunun sınırlarının Karadeniz’e ulaşması stratejisinde ilk hedef, Irak’ın bölünmesidir. Bu yeni bir hedef de değildir. Türkiye’ye öncelikle Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin tanınması seçeneği uzun süredir dayatılmaktadır.
[21] Bunu ABD’li diplomatlar da açıkça ifade etmektedirler. Sözgelimi ABD’li emekli diplomat Peter Galbraith “Irak’ın Sonu” adıyla geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabında, birleşik Irak oluşturma çabalarının başarısızlığa uğradığını savunarak, ülkenin bölünmesini ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını önermektedir. Galbraith, Türkiye’nin, böyle bir Kürt devletini kabullenmek zorunda kalacağını ileri sürmekte ve Türkiye’yi tehdit etmektedir.[22] Galbraith bugün Irak’ta Kürt liderlerin danışmanı olarak görev yapmaktadır.
Kuzey Irak’taki kukla devlet üzerinden Türkiye’yi parçalayarak oluşturulacak ve Karadeniz’e ulaştırılacak Kürdistan projesinde dikkat çeken iki yön daha vardır. Birincisi, Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Ralph Peters’in “Özgür Kürdistan”ı ABD’nin en sadık müttefiki olarak tanımlamasıdır. Diyarbakır’ı da kapsayan bu Özgür Kürdistan, Genişletilmiş Ortadoğu’nun merkezi olarak tasarlanmaktadır. Hatırlanacağı üzere Tayyip Erdoğan’da 2004 yılında katıldığı Teke Tek adlı programda, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı sıfatıyla “Diyarbakır’ı Büyük Ortadoğu’nun merkezi yapacağız” demişti. Böylece AKP’nin eşbaşkanlığını yürüttüğü proje, tüm açıklığıyla bir kere daha ortaya çıkmıştır.
İkincisi, bu haritada ABD’nin en önemli müttefiki olarak gösterilen Özgür Kürdistan’ın sınırlarının Karadeniz’e dayandırılmasıdır. ABD’nin özellikle Rusya ile hesaplaşmasında Karadeniz’i bir NATO denizi haline getirmek istediği son dönemde açıkça ifade edilmektedir. Nisan 2006’da ABD’nin Ulusal Savunma Üniversitesi tarafından yayımlanan “Karadeniz İçin Atlantik İttifakı” başlıklı raporda, Karadeniz’in ABD için taşıdığı önem ve NATO’ya yüklenen rol de Rusya karşıtlığı ekseninde tanımlanmaktadır.
[23]
Eslen’in de belirttiği üzere, “11 Eylül sonrasında ABD'nin Avrasya'da başlattığı jeostratejik hamleler, sadece Afganistan ve Irak'taki askeri girişimlerden ve renkli devrimlerden ibaret değildir; ABD enerji kaynakları ve güzergâhlarını kontrol etme gayretlerini sürdürürken ayrıca, Avrasya coğrafyasının kritik bölgelerinde geliştirdiği tedbirlerle gerçek rakipleri Çin'i ve Rusya'yı çevrelemeye de çalışmaktadır… Aslında ABD, NATO üzerinden Karadeniz'e yerleşerek, ABD-Rusya güç mücadelesinde, enerji güzergâhlarının etki altına alınmasında çoklu avantajlar sağlamak istemektedir.”
[24]
Tüm bu dinamikler bir üst noktada birleşerek ortaya küresel siyasetin gidişatını da yakından ilgilendiren bir durumu ortaya çıkartmaktadır: Karadeniz’de yer alan eski doğu bloğu ülkelerinin üzerindeki Rus etkisinin bir Amerikan/Batı etkisiyle ikame edilmeye çalışılması. ABD Karadeniz stratejisi içinde bir taraftan yeni stratejik lojistik destek merkezlerine ihtiyaç duyarken diğer taraftan da bu lojistik merkezlerin bulundukları bölgelerdeki varlığını meşru hale getirecek siyasal oluşumları desteklemektedir. Romanya ve Bulgaristan’ı kapsayan Batı Karadeniz bölgesi için bu hedef gerçekleştirilmiş durumdadır.
[25] Nitekim NATO’ya ve AB’ye üyelik dinamiğini arkalarına alan her iki devlet, ABD’nin kendi ülkelerinde üs kurmasına yeşil ışık yakmış ve Aralık 2005’te Romanya’da ve Mart 2006’da da Bulgaristan’da üs kurulması sağlanmıştır.[26] Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Karadeniz üzerinden Rusya’yı çevreleme amacıyla Kırım’da gerçekleştirmek istediği NATO tatbikatı ise, Kırım halkının tepkisi sonucu püskürtülmüş ve Kırım Parlamentosu tatbikatı “yasadışı” ve Kırım’ı da “NATO’suz bölge” ilan etmiştir.[27]
ABD’nin Karadeniz üzerinden Rusya’yı çevreleme politikasına Türkiye Rusya ile birlikte karşı çıkmış ve ABD ile ihtilaflı bölgelere bir yenisi daha eklenmiştir. Türkiye ile Rusya ise bunun sonucunda bölgesel çıkarları gereği birbirlerine daha da yakınlaşmışlardır. Bu süreçte, sınırları Karadeniz’e kadar uzanan bir kukla Kürt devleti haritasının Pentagon dergisi aracılığıyla gündeme getirilmesi, ABD’nin gerçek niyetini ortaya koymuştur. ABD, Türkiye ile Rusya arasına bıçak sokarak Türkiye’yi Karadeniz’de NATO hesaplarına dahil etmeyi amaçlamakta ve hem Türkiye’yi hem de Rusya’yı hizaya getirmeyi hedeflemektedir. Bu bakımdan, ABD’nin Karadeniz’e kadar genişletmeyi planladığı kukla Kürt devletinin sadece Türkiye’nin değil, Rusya’nın çıkarlarına da tehdit oluşturduğu görülmektedir. Rusya bu bakımdan tehlikeyi görecek ve önümüzdeki süreçte kukla Kürt devletinin hem kendisi hem de bölgesi için yaratacağı sakıncalar doğrultusunda Türkiye ile stratejik işbirliği arayışlarını bu temelde daha da güçlendirecektir. Tüm bu yaşananlar, gelişmenin bu yönüne işaret etmektedir. ABD, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyayı bu haritalarla böldükçe, Türkiye bölgesiyle daha da bütünleşecektir.

İşte Milli Hükümet Programı’nda kukla Kürt devleti konusunda ortaya konulan tavır, böyle bir stratejik ittifak anlayışının yansıması olarak görüldüğünde anlam kazanmaktadır. Programın “Kürt meselesine emperyalist müdahaleye son” başlıklı 7. maddesinde şu ifadeler yer almaktadır:

“Türkiye’mizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için, esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. Bu amaçla,
- Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün
yeniden sağlanmasına,
- Güneydoğu halkımızı kazanmaya,
- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadeleye,
- Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş sağlanması, toprak reformu, refah ve kalkınmaya,
- Suriye, İran, Azerbaycan, KKTC devletleri ve Irak halkıyla bölgesel ittifaka yönelik politikalar izlenecektir.”
[28]

Görüldüğü gibi ABD’nin 21. yüzyıldaki emperyalist projelerinin odağındaki tüm bölgeler bir biçimde Türkiye’yle sınırdaş: Ortadoğu, Karadeniz, Kafkasya ve bu çerçevede Avrasya. ABD, komşumuz Irak’ı işgal etmiş, Suriye ve İran’ı benzer biçimde tehdit altına almış, Gürcistan’da ve diğer Karadeniz komşumuz Ukrayna’da turuncu devrimler örgütlemiştir. Ancak tüm bu hamlelerde başarısızlığa uğradı ve uğrayacaktır da. Milli Hükümet Programı’nın yürürlüğe konması, bu programın iktidara taşınması, bu bakımdan son derece önemlidir. Zira içinde yaşadığımız bu coğrafyada bütün mazlum milletlerin kurtuluşu yine bu program etrafında birleşmekten geçmektedir. ABD’nin bütün tehditlerine sınırdaşız. O tehditleri fırsata çevirmekse elimizde. 20. yüzyılın başında ilk ulusal kurtuluş savaşını vererek mazlumlar dünyasına öncülük etmiştik, şimdi 21. yüzyılın başında ezilen dünya aynı görevi yine bize yüklüyor. Milli Hükümet Programı, bu görev ve sorumluluğu örgütlemenin programı olarak öne çıkıyor.


Dipnotlar:
[1] Bu anketlerin sonuçlarının Milli Hükümet Programı’ndaki dış politika anlayışının uygulamaya geçirilmesi açısından taşıdığı önemi bir başka yazımızda ayrıca ele alacağız.
[2] Gramsci’nin hegemonya krizi dönemlerinde ortaya çıkan geçiş süreci devletlerine özgü sınıflandırmasını ilerleten ve sözkonusu kuramı İtalya üzerinden inceleyen son derece yararlı bir çalışma için bkz., Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev. Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul, 1980
[3] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[4] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[5] bkz., Deniz Yalçın, “Amerikan Ulusal Güvenlik Arşivi: Türkiye’nin Tarafsız Kalmasını Önleyin”, 16 Temmuz 2006, Aydınlık
[6] Robert Kagan, Cennet ve Güç – Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, çev. Selim Yeniçeri, Koridor Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 98, 106
[7] Joschka Fischer, Tarihin Dönüşü, 11 Eylül’den Sonra Dünya ve Batı’nın Yeniden Yapılanması, çev. Evrim Güney, MK Merkez Kitaplar, İstanbul, 2006, s. 228, 229
[8] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 2004, İstanbul, s. 70
[9] Deniz Yalçın, “CHP Üzerinden AB’ye Bakmak: Ölmeye Yatmak”, Teori, Şubat 2006
[10] Ronald Asmus Interview: US Has a Legitimate Interest in EU’s Debate on Turkey (Ronald Asmus Söyleşisi: AB’nin Türkiye Tartışmalarında, ABD’nin Meşru Çıkarı Söz konusudur)”, 30 Haziran 2005, http://www.euractiv.com/Article?tcmuri=tcm:29-141722-16&type=News
[11] Doğu Perinçek, Mafyokrasi – Emperyalist-Kapitalist Sistemin Mafyalaşması ve Türkiye, Kaynak Yayınları, İstanbul 2004, s. 32-33
[12] Samir Amin, Liberal Virüs – Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, çev. Fikret Başkaya, Aynur Mert, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2004, s. 86
[13] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006
[14] Bolkestein Hizmetler Yönergesi hakkında bkz., Deniz Yıldırım, “Masallara Son, AB Refahı Değil, Yoksulluğu Genelleştiriyor : Bolkestein Yönergesi ve Sonuçları,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4899, erişim: 13 Şubat 2006
[15] Amin, a.g.e., s. 85
[16] Amin, s. 84
[17] Ralph Peters, “Blood Borders : How a Better Middle East Would Look ?”, Armed Forces Journal, Temmuz 2006, http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899, erişim: 08.07.2006
[18] Murat Yetkin, “Gül’ün ABD Seyahatini Nasıl Okuyalım?”, 4 Temmuz 2006, Radikal
[19] Steven A. Cook ve Elisabeth Sherwood Randall, “Generating Momentum for a New Era in U.S.-Turkey Relations”, Council on Foreign Relations Press, Haziran 2006,
http://www.cfr.org/publication/10796/generating_momentum_for_a_new_era_in_usturkey_relations.html?breadcrumb=default, Raporun değerlendirmesi için bkz., Deren Şahin, “CFR: İlişkiler Son Üç Yılda Kopma Noktasına Geldi”, 2 Temmuz 2006, Aydınlık
[20] Steven A. Cook ve Elisabeth Sherwood Randall, “The U.S. and Turkey: Rebuilding a Fractured Alliance”, International Herald Tribune, 3 Temmuz 2006
[21] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Fikret Akfırat, Kukla Devlet, Kaynak Yayınları, Ankara, 2004
[22] Aktaran Ümit Enginsoy, “Türkiye, Kürt Devletini Kabullenir”, NTVMSNBC, 18 Temmuz 2006, http://www.ntvmsnbc.com/news/379970.asp
[23] Eugene B. Rumer ve Jeffrey Simon, “Toward a Euro-Atlantic Strategy for the Black Sea Region”, National Defense University Occasional Paper Series, Nisan 2006
[24] Nejat Eslen, “ABD’nin Bir Hedefi de Karadeniz”, 13 Haziran 2006, Radikal Gazetesi
[25] Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu, ABD Bülteni (31 Mart-7 Nisan 2006), “ABD’nin Karadeniz Stratejisi ve Türkiye”, http://www.dispolitikaforumu.com/ABD%20Bülteni%20(31%20Mart-7%20Nisan%202006).pdf
[26] Bkz., Federico Bordonaro, “Bulgaria, Romania and the Changing Structure of the Black Sea’s Geopolitics”,http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=302&language_id=1 20 Mayıs 2005
[27] Erdal Şafak, “Kırım Savaşı”, 8 Haziran 2006, Sabah ve “Kırım’da Amerikan Askerine İsyan Var”, 7 Haziran 2006, Radikal
[28] Milli Hükümet Programı, Teori, Temmuz 2006